17.06.2019
Birkaç ay önce çılgın annem kardeşimle bana “Ben bu yıl 60 yaşıma giriyorum, kendime hediye olarak Ukrayna seyahati planladım. Siz de gelseniz ne güzel olur.” dedi. Bana zaten gezmeye bahane lazım, daha önce görmediğim bir ülke de olunca hemen planlara dahil oldum. Sinan işlerini ayarlayamayınca bunun kız kıza bir seyahat olacağı anlaşıldı. Annemle gezmek yorucu ama güzeldir, tüm hiperaktifliğiyle her detayı fotoğraflamak, her binaya girmek, her tepeye tırmanmak, her kilisede mum yakmak ister. 19 yaşında ilk defa yurtdışına çıktığımda altı ay Erasmus için Bremen’de yaşayacaktım. “Kınalı kuzum geleyim de seni evine yerleştireyim” diye beni kandırdı, peşime takıldı geldi. Daha bavullarımı yerleştirmeden kendimi Bremen’den Berlin’e giden trende buldum! “Anne otel ayarlamadık, gece nerede kalacağız?” diye sorduğumda gayet ciddi “Tren garında yatarız ne olacak?” demişti. Ben şok tabii. Sonuçta bir hostelin 8 kişilik kadın-erkek karma yatakhanesinde kalmıştık – ki bu da beni o dönemki sınırlı konfor alanımın epeyce dışına fırlatmıştı! Annem işte bu çeşit bir deli. Dağcılık, bisiklet, kampçılık her işte parmağı vardır. Yıldırımlardan başka hiçbir şeyden korkmaz 🙂 Şimdi kendisini Kiev’e giden trene binmek üzere tren garına uğurlamışken mis kokulu kahve eşliğinde deli dolu geçen 3 günün yorgunluğunu atıyor ve bu yazıyı yazıyorum.

Öncelikle şunu söylemem lazım, Lviv gerçekten benim beklentilerimin çok çok ötesinde güzel çıktı! Yakın zamanda Viyana, Budapeşte, Bratislava, Brugge, Ghent gibi birbirinden güzel şehirlere gitme şansım oldu, bence Lviv’in güzelliği ve tarihi zenginliği hepsiyle yarışacak nitelikte. Şehrin her tarafında biraz bakımsız da olsa ince ince işlenmiş muhteşem binalar, geniş ağaçlı ve çiçekli sokaklarla buluşuyor. Tabii Lviv’den bu kadar keyif almamızın nedenlerinden biri de şehri yazın ziyaret etmiş olmamız. Aklınızdaki Ukrayna nasıl bir yer bilemiyorum ama burası muhtemelen o imajdan çok uzak. Haziran’da hava 30+ derece, sokaklar gece yarılarına kadar Akdeniz canlılığında. İnsanlar bebeklerini, köpeklerini, bisikletlerini almış cafelerde, meydanlarda, parklarda yazın ve hayatın tadını çıkarıyor. Burada olduğunuz süre boyunca parçası olmaktan çok çok keyif alacağınız bir şehir Lviv.

Yepyeni ve modern havaalanına indiğim andan itibaren ülkedeki militarizmi dibine kadar hissediyorum. Yakışıklı ama sert bakışlı askerler pasaport kontrolünden önce tuvalete gitmeme bile izin vermiyor. Turla gelmiş, iyi İngilizce bilmediği için memurlarla anlaşamayan amcalara tercümanlık yapma çabalarım da sonuçsuz kalıyor, “İşiniz bittiyse gidin!” diye sertçe uyarılıyorum. İnsanlar genelde kibar ama net ve mesafeli, İngilizceleri de sınırlı olduğu için pek yakınlık kurulmuyor. Kurallar hiç esnetilmiyor. Havaalanında tanıştığım kibar Türk bir beyle şehir merkezine bir Uber yolculuğu ve seyahat üzerine keyifli bir sohbeti paylaşıyoruz. Uber yaklaşık 100 grivna (yaklaşık 22 TL – Haziran 2019), 9 nolu tramvay 5 grivna (1 TL) tutuyor. Bütün bloglarda yazıyor zaten ama hadi ben de yazayım, Ukrayna hala gerçekten çok çok ucuz. Uber Tayland’da olduğu gibi burada da hayatı çok kolaylaştırıyor, dil bariyerini aşmanıza ve konforlu seyahat etmenize olanak sağlıyor. Çünkü tramvay duraklarında asla numara, istikamet falan yazmıyor zaten yazsa da Kiril alfabesiyle yazıyor. Maceracı turisti bozmaz tabii, bir şekilde anlaşıyorsunuz.
Kalacağımız hostelin sokağında girişi ararken annem bir anda karşıma çıkıyor! Geleceğimi hissetmiş gibi o anda sokağa fırlamış. Hostel oldukça eski, eşyalar perişan halde ama temiz ve düzenli. Üç gece için iki kişi 1800 grivna ödüyoruz (yaklaşık 400 TL). Şehir merkezine doğru hostelimizin hemen önündeki Ivan Franco Parkı’nın içinden geçerek yürüyoruz ve bam! Dakika bir, gol bir sivrisinekler her yerimizden şişliyor. Burada bu kadar sinek olabileceğini hiç tahmin etmemiştim, en az 2 yıl önce Kekova’daki sivriler kadar agresifler! Yanıma sinek kovar spreyimi de almadım, halbuki 2 gün önce Otama’nın güzelim doğal sinek kovarından sipariş etmiştim. Soktukları elim bir anda diğerinin iki katına çıkıyor, yanağım da şişip acımaya başlıyor. Yana yakıla anti histaminik ve sinek kovar arayıp buluyoruz, sırasıyla 90 ve 50 grivna (20/11 TL).

Şehrin buluşma noktası Rynok Meydanı’nda eskiden şehrin pazarı kuruluyormuş, Old Town bölgesinin tam merkezinde burası. Şehrin tarihinde bir yaşam ve ticaret noktası olarak büyük öneme sahip, şimdi de en güzel mekan ve aktiviteler hep bu bölgede. Hem bu pazar özelliği, hem de genel görünüşü ve sokak sanatçılarıyla bana Londra’daki Covent Garden’ı anımsattı. Meydanın etrafında İtalyan ve Avusturyalı mimarların elinden çıkmış birbirinden güzel binalar ile çok hoş cafe, bar ve restoranlar var. Turistler kadar Lviv halkı da burada takılmayı seviyor. Her köşede bir müzik grubu veya dans gösterisi var, oldukça da başarılılar. Dolaşırken Belediye Binası Ratusha‘nın güney ucunda ampullerle aydınlatılmış bir sahnede çok hoş bir lindy hop – swing gösterisine denk geliyoruz. İnsanlar ellerinde içkileriyle meydanda geç saatlere kadar botellón yapıyorlar, adeta bir İspanyol şehrindeymişsin hissi geliyor. Epeyce kuzeyde olduğumuz için hava neredeyse 11’e kadar kararmıyor. Biraz dolandıktan sonra meydana bakan Centaur‘a oturup güzel bir yemek yiyoruz, anneciğimin doğum gününü kutluyoruz. Yazın dışarıda oturup meydanın canlılığının keyfini çıkarmak çok hoş tabii ki, ama içerisi de şık bir mahzene benzer görüntüsü ve çeşitli dillerden, ülkelerden restoran menüleriyle süslü duvarlarıyla oldukça keyifli. Menüde Ukrayna mutfağına has yemeklerin güzel yorumları var. Biz borscht çorbası, Kiev tavuğu ve bizdeki sarmaya benzer golubtsi‘yi deniyoruz, yanında da birer kadeh Ukrayna chardonnay’i içiyoruz (tümü yaklaşık 600 grivna – 132 TL). Hepsi gayet lezzetli, keyfimize diyecek yok. Şehir gece ışıklar içinde de oldukça görkemli görünüyor. Meydanın etrafındaki sokaklarda biraz yürüyüş yaparak hareketli Virmenska Sokağının sonundaki Dzyga Sanat Galerisi‘nde bir sergiyi geziyoruz. Bütün bilgiler Ukraynaca yazıldığı için ne sanatçının adını, ne de eserlerle ilgili herhangi bir bilgiyi alamıyoruz ama merceklerin altına farklı düzenlemelerle yerleştirilmiş kuru yaprak ve çiçekler güzel görünüyor.

Ertesi sabah yine Rynok meydanının yolunu tutup burada özellikle kahvaltı için oldukça popüler bir zincir olan Lviv Croissants‘a gidiyoruz. Kafam kadar kruvasanların içine yapılmış bol malzemeli sandviçler acayip doyurucu, tadları da hiç fena değil. Biri tatlı, diğerleri tuzlu üç sandviç ve iki kahveye yaklaşık 150 grivna (33 TL) ödüyoruz.

Aldığımız kalorileri yakmamız lazım, istikamet Belediye Binası Ratusha‘nın 350 basamakla çıkılan kulesi! Burası halen aktif olarak kullanılıyor, içinde çeşitli derneklerin ofisleri falan da var ama Cumartesi sabahı içeride sadece turistler var tabii ki. Kuleye çıkmak için önce dördüncü kata çıkılıyor, buraya birinci kattan asansörle ulaşabilirsiniz. Sonra 10 grivnaya (2 TL) bilet alıp başlıyorsunuz daracık, dik merdivenlerden tırmanmaya… Tepeye vardığımızda kan ter içindeydik ama yukarıdaki muhteşem manzarayı görmek için değer. Fiziksel durumunuz izin veriyorsa çıkın derim.



Kuleden inince başlıyoruz birbirinden güzel kilise ve katedralleri gezmeye… Dini ve tarihi yanı ilginizi çekse de çekmese de mimari olarak çok güzel yapılar, aynı zamanda şehirdeki günlük hayatın da önemli parçaları. İlk olarak Dominican Church’e gidiyoruz, burası barok tarzda, içi de dışı da çok güzel bir Katolik kilisesi. Kiliseye girerken bir nikah töreni olduğunu farkedip biraz izliyoruz. Oldukça sade bir tören oluyor. Konuklar mihraba dönmüş sıralarda otururlarken gelin ve damat, yanlarında birer şahitleri ile onlardan uzak, kapıya yakın bir yerde rahiple buluşuyorlar. Rahip dualar eşliğinde küçük bir yastığın üzerindeki yüzüklerine bir fırça ile kutsal su damlatıyor. Sırayla önce damadın yüzüğünü gelin ve damat öpüyor, damadın eline takılıyor. Sona gelinin yüzüğünü damat ve gelin öpüyor, geline de yüzük takılıyor. Devamında mihraba doğru ilerliyorlar, konuklarla beraber dualar ediliyor ve tören bitiyor. Kapının önündeki alandan bütün bunları izleyen turistleri saymazsak aslında kısacık, birkaç kişinin tanık olduğu, mahrem bir tören. Ayrıca düğün veya eğlence de yaparlar mı, neye benzer merak ettim doğrusu.


Kiliseden çıkınca yine meydana doğru yürüyüp Lviv Tarih Müzesi‘ni geziyoruz. Küçük olmasına rağmen aslında epeyce ilginç bir müze, ama İngilizce açıklamaların az olması, yaşlı görevlilerin pek kibar ve yardımcı olmaması nedeniyle gezmek biraz zorlaşıyor. Anladığım kadarıyla burası eskiden ortak bir avluya sahip birkaç ayrı müzeyken sonradan birleşerek tek bir müze olmuş. Müzenin yer aldığı binanın adı Korniakt Sarayı, burası Polonyalı mimar Piotr Barbon tarafından zengin Yunan tüccarı Konstantyn Korniakt’ın konağı olarak inşa edilmiş. Ev sonradan II. Viyana Kuşatması’nda Osmanlı’ya karşı zafer kazanan Polonya Kralı ve Litvanya Grandükü Jan III Sobieski’nin Lviv’deki sarayı olmuş. Binanın avlusu İtalyan palazzo tarzında yapıldığı için ismi Italian Courtyard diye geçiyor. İçinde bir cafe de bulunan, kırmızı sardunyalarla süslenmiş, tam Instagramlık tatlı bir yer. Müzeyi gezmeden sadece buraya gideyim derseniz 2 grivna ödüyorsunuz. Biz bütün müzeyi gezmek için yanlış hatırlamıyorsam 15 grivna gibi bir para verdik.

Saray olan bölüm ikinci katta, Royal Halls olarak geçiyor. Buraya girerken sanırım muhteşem ahşap yer döşemeleri zarar görmesin diye ayakkabılarınızın üzerine garip deri terlikler giymenizi istiyorlar. İçeride Sobieski’lerin yağlıboya portreleri ve birbirinden güzel rokoko mobilyalar var. Müzenin en görülmeye değer kısmı burası.


İkinci ve üçüncü katlara yayılmış Ukrayna Yahudilerinin tarihini anlatan bir multimedya sergisini de gezdik. Yahudilerin Galiçya’da oldukça köklü bir geçmişleri var, burası Hasidizm Yahudiliği için önemli bir merkez haline gelmiş ve Yidiş Kültürel Rönesansı Şolem Aleichem gibi büyük yazarları yetiştirmiş. Ancak Ukrayna Yahudilerinin hayatları hiç de kolay olmamış, 17. yy’da Bogdan Hmelnitski’nin Kazak ordusu tarafından kıyıma uğramışlar, 1930’ların başında yaşanan korkunç kıtlık Holodomor‘da ölen milyonlarca Ukraynalının önemli bir kısmı da Yahudiymiş, II. Dünya Savaşı’nda da Nazilerin kurbanı olmuşlar. Bugün Ukrayna Yahudilerinin çok büyük kısmı Amerika ve İsrail’e göç etmiş durumda.



Lviv’in zengin ama acı dolu tarihi ile yoğrulduktan sonra biraz hafiflemeye ve neşelenmeye ihtiyacımız var. Meşhur Lviv Handmade Chocolates’a gidiyoruz. Burada envai çeşit çikolata gerçekten de zemin kattaki camlarla ayrılmış atölyede izleyebileceğiniz çikolata ustaları tarafından yapılıyor. Dantel ve güllerle süslenmiş romantik bir masada ben kahvemi yudumluyorum, annemse uzun uğraşlar sonucu derdini anlatamayıp çilekli ve bademli dondurma yerine üzerine taze çilek ve badem konmuş sade dondurmasını yiyor. Binanın ikinci ve üçüncü katları tamamen çikolata dükkanından oluşuyor, çikolataların fiyatları yaklaşık 50-100 grivna arasında değişiyor (10-20 TL).

Eski şehirdeki kiliselerin en güzellerinden biri de Dormition Church. İtalyan Rönesans üslubuyla Ukrayna’nın ahşap kullanılan kubbeli mimarisini birleştirmiş bir Ortodoks kilisesi. Korniakt ismi bir kere daha karşımıza çıkıyor, kilisemin en eski kısmı olan kulesini 1570’li yıllarda yine bu tüccar yaptırmış. Kilisenin kubbeleri altın ve taş işçiliğinin güzel örnekleriyle süslenmiş.


Kilisenin önündeki meydanda ağır ağır bir bitpazarı kuruluyor. Genelde Rusça ve Ukraynaca kitap ve plaklar var, ama arada süs eşyası ve ıvır zıvır başka şeyler de bulunuyor. Pazar gezmeyi çok severim ama burası tezgahların başındaki değişik karakterleri saymazsak pek de ilgi çekici değil. Caddenin karşısına geçerek Gunpowder Tower, yani Barut Kulesi’ne doğru yürüyoruz. Burası aslında şehrin eski kalesinin bir parçasıymış ama Avusturyalı Habsburg’lar Lviv’i ele geçirince kaleyi neredeyse tamamen yıkarak şehir merkezini bugünkü Rynok Meydanının olduğu bölgeye taşımışlar. Kule surların tek ayakta kalan parçası olmuş. İçeride Modern Viyana mimarisi ile ilgili bir sergi vardı, halka açıkmış gibi görünmüyordu.


Bu bölge eskiden şehir surlarının içinde kalan kısımdaymış, hala çok güzel binalar olmasına rağmen genelde turistler buraya pek uğramıyor. St Michael Kilisesi aynı zamanda eski Karmelit Manastırıymış. Güzel, yeşil bir tepenin üstünde konumlanmış görkemli Barok kilisede yine bir nikah töreni var. Biz de kenarda bir sıraya ilişip izliyoruz.

Dışarıda eski ama çok güzel binaların olduğu, hayatın ağır ağır aktığı mahallelerden geçiyoruz. Sokak kedileri, köpekleri birbirleriyle oynuyor, insanlar eski arabalarıyla bir şeyler taşıyor veya balkonlarında oturuyor. Adeta Lviv’liymiş gibi böyle boş boş gezmek de güzel doğrusu. Bir sokağın köşesinde bahçe içinde minik bir kilise gözümüze çarpıyor. Meğer St John the Baptist Church Lviv’in ayakta kalan en eski kilisesiymiş. 11. yy’da yapılmış kilisenin bahçesi çok huzurlu. Görevli çocuk mucizevi bir şekilde akıcı bir İngilizce konuşuyor, ben duvardaki eski bir haritaya bakarken bana bölgeyle ilgili kısa bilgiler veriyor.

Kiliseden çıkıp merkeze doğru yürüyoruz, kaldırım kenarlarında yaşlıca kadınlar azıcık azıcık sebze meyve satıyorlar. Belli ki bahçelerinde yetiştirdikleri ya da topladıkları ürünler. Ablanın birinden bir bardak dolusu dağ çileğini 35 grivnaya (8 TL) alıyoruz. Abla aslında çilekleri cam bardakta satıyordu, ama biz almaya karar verince dur diyemeden naylon poşete boşaltıveriyor. Şu ana kadar Lviv’de sıfır atık / plastiksiz seyahat konusunda üçüncü başarısızlığım bu, ilki plastik şişedeki sinek kovardı, ikinciyi de sabah kahve alırken bi türlü karton bardak değil, seramik bardak istediğimi anlatamadığımda yaşamıştım. Ne yapalım, yılmadan denemeye devam etmekten başka yapacak bir şey yok.


Şehrin ana arteri denilebilecek Svobody Caddesi’ne geldiğimizde kendimizi Opera binasının önünde buluyoruz. Lviv’in simgelerinden olan bina çok görkemli. Sabah tesadüfen Lviv Filarmoni’nin önünden geçmiş, “acaba akşam konser veya operaya bilet var mıdır” diye konuşmuştuk. İçeri girip programa bakıyoruz, Carmina Burana varmış! Biletler 100-1000 grivna arasında değişiyor, 450 grivnaya (100 TL) aldığımız biletle sahneye ikinci sıradan temsil izledik. Opera binasının içi de en az dışı kadar görkemli, temsil çok başarılı. Hem izlediğimiz operanın muhteşemliğine bayılıyoruz, hem de sinemaya gider gibi operaya gidebilme fikrine!


Çıkışta hava hala aydıklık ama biz yavaştan acıkmaya başladık. Museum-Arsenal / Silah Müzesi’nin yanındaki At Arsenal restoranına gidiyoruz. Önündeki uzun kuyruktan çekinmemek lazım, kapıya ismimizi yazdırdıktan 10 dakika sonra içerideyiz. Burası bir ortaçağ hanı havasında, uzun masaları olan, domuz kaburgası ve etleriyle meşhur bir yer. İçeride genel havaya uygun canlı müzik yapılıyor. Etler kocaman yuvarlak bir ocağın üzerinde pişiyor, tabak-çatal yok her şey elle yeniyor. Sofistike bir yer değil ama değişik bir konsept olduğu için hoşumuza gidiyor, tek kusuru servisin biraz yavaş olması. Ortaya söylediğimiz bu bölgeye has otlarla marine edilmiş Bryndza peynirine ve ızgara sebzelere pek bayılmıyoruz ama kaburga ve ev yapımı birası nefis (Yaklaşık 350 grivna – 80 TL).

Hava çok güzel, bahçe içinde asla adını hatırlayamadığım bir cafede oturup birer martini söylüyoruz, adeta İtalyadaymışız gibi hava kararıp sivrisinekler saldırana kadar uzun uzun muhabbet ediyoruz. Gece hayatı epey canlı ve Ukrayna’dan bekleyeceğimiz pavyon tarzı yerlerdense çok farklı ve zevkli mekanlar var. Hostele dönerken bir parkta DJ kabinleri kurulmuş, insanlar açık havada rave yapıyorlar. Annemle gelmesem kesinlikle sabaha kadar takılacağım kadar güzel bir müzik ve ortam var. Evet, Lviv’i kesinlikle sevdik.
Sabah Lonely Planet ve bazı birkaç blogda daha methiyeler düzülen Baczewski’de kahvaltı yapmayı kafaya koydum. Akşam yemeği için rezervasyon alıyorlar ama yer bulmak mümkün değil. Sabah kahvaltısı ise 8-11 arası şampanyalı açık büfe şeklinde, rezervason almıyorlar erkenden gidip kuyruğa girmek gerekiyor. Baczewski aslında votkası ile meşhur olmuş, 1700’lerden beri votka üretiyorlar. Eskiden votka atölyesi olan bu mekan da artık çok şık bir restoran olarak hizmet veriyor. 8:30’da girdiğimiz kuyruktan tam 2 saat 15 dakika sonunda zaferle çıkıyoruz! Kişi başı 150 grivnayı peşin ödeyip içeri buyur ediliyoruz (33 TL). Mekan gerçekten çok güzel, adeta bir botanik bahçesi gibi ama ne yazık ki bu kadar sıra beklemeye değecek bir deneyim yaşamıyoruz. Bu kadar yorulduktan ve kan şekerimin düştükten sonra bizi son derece kaba bir tavırla dört kişilik masanın bir kenarına iteleyip yanımıza da başkalarını oturtmaya çalışan garsona carlıyorum, işe yarıyor ve masaya geniş geniş yayılıyoruz. Açık büfeden kahvaltılık, çörek, kruvasan tarzı bir şeyler alıp birer omlet siparişi veriyoruz. Şampanya ve kahvemiz de masaya geliyor. Ayrı bir istasyonda blini denilen içi elma veya çikolata dolgulu krepler ve syrniki adı verilen peynir kreplerinden yapılıyor. Gayet keyifli kahvaltımızı yaparken garsonlar gelip kahvaltıya ayrılan sürenin bittiğini ve gitmemiz gerektiğini söylüyorlar. Keyfimiz ne yazık ki 15 dakika sürüyor. Başka bi garson gelip kahvaltıya sadece bir bardak çay ya da kahvenin dahil olduğunu, ekstra içtiğim çayın parasını ödemem gerektiğini söylüyor. Tamam da bana bunu kimse söylemedi ki, hem açık büfede sadece bir bardak kahve de neymiş? Uzun lafın kısası, çok övülen yerlerin suyunun çıkması gerçeği burada da karşımıza çıkıyor. Akşam yemeği için rezervasyon yaptırabiliyorsanız veya üç yaşından küçük çocuğunuz varsa Baczewski’ye gidin (çocuklu aileler sıra beklemiyor), öbür türlü gerek yok.


Kilise, katedral gezmeye devam! 2 saatlik dev kuyrukta nöbetleşe sokağın başındaki dev, ihtişamlı Latin Katedrali’ne gitmiştik. Bugün Pazar olduğu için tüm kiliselerde ayin var. Bir sonraki durağımız da Ermeni bölgesi Virmenska Sokağındaki Ermeni Katedrali. Katedralin dışı çok bizden, Anadolu Ermeni mimarisi ama içindeki bezemeler muhteşem. Biraz ilerisindeki Başkalaşım Kilisesi (Church of Transfiguration, Google Maps’te Almanca Verklärungskirche Lemberg olarak geçiyor) mavi ve altın renklerinin kombinasyonu, tavanlarındaki melek resimleri ve ışık huzmeleriyle çok hoş.


Kiliselere doyduk, hazır merkezdeyken çikolata ve hediyelik alışverişimizi tamamlıyoruz. Süslü anneannem annemden vyshyvanka, yani Ukrayna’ya özel nakışlı folklorik kıyafetlerden almasını özellikle istemiş. Bu nakışlı gömlekleri kostüm gibi düşünmemek lazım, günlük hayatta da epeyce giyen var. Özellikle pazar günleri sokaklarda kiliseye giden ailelerde çok gördük, zaten çok da güzel insanlar oldukları için çok yakışıyor. Öyle turizm bürosu reklamı gibi geziyorlar.
Aldıklarımızı odamıza bırakıp Lychakiv Mezarlığı’na kadar uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Hava aşırı sıcak ve güneşli, iyi ki çok fazla ağaç ve gölge var. Yine de öğle sıcağında çok bunalınca 4friends Whiskey Pub’da soluklanıp birer kokteyl içiyoruz. Burası çok tatlı bir yer, müzikler güzel, Old Fashioned ve Whiskey Sour kokteylleri nefis.

Lychakiv Mezarlığı’na giden yoldaki mahalleler eski ve yıkık dökük evlerle dolu ama bize çok huzurlu ve güzel geliyor. Mezarlık gezmek garip geyiği yapmayacağım, bence hiç de garip değil. Parkta geziyormuş gibi düşünüyorum. Burası da ilginç ve ihtişamlı mezar taşları, heykelleri ile adeta bir açık hava müzesi gibi. Yanlış bir yerden gidip ana kapı yerine yan kapıya geliyoruz, iyi ki tam o sırada iki genç çocuk dışarı çıkıyor. Bizi içeri alıyorlar. Biraz gezdikten sonra hava bozuyor, gökler gürlemeye başlıyor. Tramvay durağına gidip epeyce bekliyoruz. Annem durakta bekleyenlere tramvayın neden geciktiğini sorunca genç bir kız “it’s the national tradition!” diye cevap veriyor 🙂

Nihayet tramvay geliyor, merkeze geri dönüp Bernardine Manastırı’na gidiyoruz. Hemen köşebaşında Museum of Ideas var. El yapımı cam ürünler satan bir dükkan ve alt katındaki restoran çok başarılı! Galiçya mutfağını tatmak istiyorsanız şiddetle tavsiye ederim. Ev yapımı ceviz, armut likörleri ve biraları nefis. Yemeklerden kuzu eti, meat a la dobromyl ve pyrohy inanılmaz lezzetli. Lviv’deki en iyi yemek deneyimimiz burası kesinlikle. Uçakta bagaj hakkım yok ama isli, hafif buruk tadıyla ceviz likörü aklımı aldı. Biraz almak istiyorum, 100 ml satabileceklerini söylüyorlar ama küçük şişeleri yokmuş. Peki, diyorum normal şişede verin bir yolunu bulurum ben.


Yorgunuz ama daha eve dönmek istemiyoruz, Libraria Jazz Bar’ın yolunu tutuyoruz. Dışarıdan şantiye gibi görünen bir yer ama içerisi çok şık bir speakeasy gibi döşenmiş. Bir quartet şahane canlı müzik yapıyor. Kişi başı 60 grivna (13 TL) giriş ücreti alınıyor, birer içecek siparişi verip müziğin tadını çıkarıyoruz. Dışarı çıktığımızda çok şiddetli olmasa da yağmur yağıyor, yıldırımlar çakıyor. Annem oldum olası yıldırımdan korkar ama burada çok panik yapıyor, kendimizi odaya atana kadar akla kararı seçiyoruz.
24.06.2019
Yazının devamını döndükten bir hafta sonra hayatın akışından kendime bir süre çalarak kaleme alıyorum. Annemi Kiev’e uğurladıktan sonra Lviv’deki son günüm çoğunlukla tek başıma geçti.
Pazartesi sabahı hava bakımından boyumuzun ölçüsünü aldık, bir yağmur bir yağmur! Hava da soğumuş, yanımda uzun kollu ince bir kazak var ama maalesef Birklerimden başka ayakkabı getirmedim. Merkezde annemle beraber kahvaltı yapıp sonra günümü parklarda geçirmeyi planlıyordum, ama belli ki bu plan tam anlamıyla suya düştü… Ne yapalım, bir Uber çağırıp kendimizi rastgele bir restorana zor atıyoruz. Kahvaltı ve para bozdurma işlerini halledip annemi tekrar Uber’e bindiriyorum, “nasıl olsa ıslanacağım” diyerek ağır ağır meydana doğru yürüyorum. Kahvaltım pek tatmin edici değildi, o yüzden tatlıya yerim var. Rynok Meydanı’ndaki Lviv Galician Cheese Cake and Strudel Bakery‘e gidip sakin bi köşeye kuruluyorum. Vişneli strudel ve filtre kahvemi alıp ıslak terliklerimi ayaklarımdan çıkarıyorum. Nefis tatlar eşliğinde biraz işlerimi halledip uzun uzun yazı yazmanın keyfini çıkarıyorum.


Kafamı kaldırdığımda sevinçle dışarıda güneş açtığını farkediyorum. Toparlanıp yürüye yürüye Stryiskyi Park’a gitmeye karar veriyorum. Yürüdükçe hava daha da ısınıyor, bir köşede durup üzerimdeki kat kat kıyafetleri çıkarıp güneş kremi sürmek zorunda kalıyorum. Merkezde yaklaşık yarım saat mesafedeki Stryiskyi Park kocaman ağaçları ve göletiyle adeta orman gibi bir yer! Kulaklıklarımı takıp müzik dinleyerek uzun bir yürüyüş yapıyorum, etrafımdaki ağaçları tanımaya çalışıyorum. Son zamanlarda doğada bulunmanın bana eşsiz bir mutluluk verdiğinin farkına vardım, bu yüzden kendime fırsatlar yaratıp dışarıda daha çok vakit geçirmeye çalışıyorum.


Parka doğru yürürken giriş kapısının karşısında çocukluğumuzdakilere benzer eski tip bir lunapark olduğunu görmüştüm. Bir bilet alıp dönme dolaba biniyorum (25 grivna – 5,5 TL). Lviv manzarasına bir de bu açıdan bakmak güzel. Çocuk gibi mutluyum.


Yürüye yürüye yine 4friends’e gidiyorum, bir kokteyl söyleyip Hollandalı bir adamla biraz sohbet ediyorum. İkinci kokteylden sonra acıktığımı hissediyorum ve canım pis bir şeyler çekiyor. Gençlerin tercih ettiği cafelerin bulunduğu bir pasajdaki Cukor‘da oturuyorum. Burası pis ve kahvaltımsı bir şeyler yemek için kesinlikle doğru adres. Croque Madame ve baconlu patates kızartmasını bir nefeste yiyorum.
Artık havaalanına dönmem gerekiyor ama maalesef Cukor’un bulunduğu pasajın içine araçlar giremiyor. Restoranın wifi’ına bağlandığım için dışarı çıkınca da Uber çağıramıyorum. Birkaç denemem başarısızlıkla sonuçlanıyor, havaalanına giden otobüslerin nereden geçtiğini de asla anlayamıyorum. Çaresiz normal taksiye biniyorum, buradaki taksicilerin de İstanbul’dakilerden farkı yok. Göz göre göre kazıklanıyorum, taksici normalde maksimum 80 grivna tutacak yol için 300 istiyor. Yapacak bir şey yok, atlayıp gidiyorum.
Havaalanında güvenlikten geçeceğim, görevli yanında sıvı var mı diye soruyor. Önceki gün restorandan aldığım, bir su şişesine doldurduğum ceviz likörünü gösteriyorum. “Bunu atmam lazım” diyor. Attırır mıyım, içeyim madem diyorum. Ok diyor. İçerken Arda’ya bir video çekip göndermek istiyorum ve bir anda ortalık karışıyor! Yaklaşık on tane güvenlik görevlisi delirmiş gibi bana bağırmaya başlıyorlar, orada video çekmem yasakmış! “Yahu tamam da arkam duvara dönük, sadece kendi suratımı çekiyorum eşime göndereceğim ne var bunda” diye dert anlatmaya çalışıyorum ama kesinlikle anlamıyorlar. Peki, kapıdan çıkıyorum likörümü içip videomu çekiyorum. Güvenliğe geri döndüğümde yine anlamsız geriliyorlar, artık bana bir gülme geliyor. Ellerimi havaya kaldırıp “Ok, ok!” diye bağırıyorum. Tam o sırada gelişte tanıştığım İlhami Bey güvenliğe geliyor, “Ayşe Hanım ne oldu?” diyor. Benim zararsız olduğumu anlayan güvenlik görevlileri de gülmeye başlıyor ve nihayet güvenlikten geçebiliyorum. Litresi 4 euro olan votkaları stoklayıp uçağımızı beklerken sohbet ediyoruz.

Üç günümü dolu dolu geçirdiğim Lviv gerçekten farklı bir güzelliğe sahip, canlı bir şehir. Gezmek için yeterli bir süre, ama sunduğu değişik yeme-içme ve kültür sanat seçenekleri için tekrar gidilebilir. Ayrıca zengin kültür ve tarihiyle Ukrayna’nın geri kalanına açılan bir kapı olarak da görülmesi gereken bir yer.