Bu yazıyı Üsküp’ten henüz ayrılmadan, havaalanında beklerken yazdım. Geçtiğimiz haftasonunu Üsküp’te geçirmemin nedeni çeşitli sebeplerden çok bunalmış halde küçük bir kaçamak yapmak istememdi… THY’nin kampanyalı uçuşlarına bakarken Üsküp çok mantıklı göründü. Yakındı, ucuzdu, vizesiz gidebilirdim. Bütün bunlar o sırada cazip geldi, alıverdim bileti.
Bir film izleyince, okuduğum kitabı bitirince falan açıp ekşisözlükte ne yazmışlar diye bakıyorum. Seyahatlerden sonra da bakıyorum son zamanlarda. Az önce Üsküp başlığını okurken şaşırdım, ne kadar şiirsel anlatmışlar. Benden hiç öyle kelimeler çıkmaz bu şehirle ilgili. Yalnız biri şey demiş, “yeni gelin evi gibi şehir”. İşte ona çok güldüm, daha doğru bir tanım olamaz. Hükümet şehrin her bir yanına, ama özellikle de merkezdeki meydan ve nehir kenarına neoklasik mimariden esinlenerek görkemli binalar dikmiş. Şehrin her bir yanını kimi son derece şatafatlı, kimi ise bayağı kitsch heykeller süslüyor. Denize kıyısı olmayan Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün ortasından oldukça cılız bir şekilde akan Vardar nehrinin üzerinde tam üç tane korsan gemisi var. Estetik anlamda kafalar epeyce karışık yani. Makedonyalılar bu binalar, heykeller için milyon dolarların harcanmasına son derece karşılar, tepkilerini de heykellerin üzerine attıkları rengarenk boyalarla çok net göstermişler.




Bütün bu süsler püsler tipik bir Balkan şehri dokusunun üzerine inşa edilmiş. Nehrin bir yakasında Kale ve Old Bazaar denilen tarihi Osmanlı yadigarı kısım var. Öteki tarafta ise Brutalist sovyet tipi binalar, ağaçlı geniş bulvarların yanlarına sıralanmış.


Makedonya ve Yunanistan’ın arasındaki tarihi anlaşmazlık malum. “Alexander the Great” havaalanının ismi iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri geliştirmek için bu yılın başında değiştirilerek “Skopje International Airport” olmuş. Sabah 8’de şehre vardım. Havaalanından merkeze Vardar Express ve Manora diye iki farklı şirketin otobüsleri gidiyor. Üsküp, daha önce gezdiğim Saraybosna, Belgrad gibi Balkan şehirlerine göre daha küçük. Otobüs beni merkezdeki Holiday Inn otelin önünde bıraktıktan 3-4 saat sonra tüm şehri dolanmıştım.


Üsküp rotamda ilk olarak nehir kenarından Taşköprü’ye ulaşıp karşıya geçtim ve Kale’yi gezdim. Kalenin önündeki çimenlik alanda ömrümde gördüğüm acayip meyveyi gördüm, ne olduğunu sonra öğrenirim diye bir tanesini yerden alıp çantama attım. Sonra kalenin hemen karşısındaki Mustafa Paşa Camii’nin yanından çarşının içine girdim. Çarşıdaki Suli An (Sulu Han), Kurshumli (Kurşunlu) Han, Kapan Han gibi bazı eski yapılar hoş, onların dışında pek ilginç bir şey göremedim. Köfteci Destan’da Balkan köftesi yedim (210 denar/21 TL – Kasım 2018 itibariyle). Boşnak/Sırpların köftesi cevapinin aynısı ama burada nedense kebap diyorlar. Daha önce yediklerim daha lezzetliydi açıkçası. Bit Pazar denilen derme çatma pazarın içinden geçerken boynumdaki makineme bakıp “foto, foto” diye laf atanlardan kurtulup 1963’teki büyük depremde ciddi hasar görmüş Saat Kulesi’ne gittim. Kule ve hemen arkasındaki Sultan Murat Camii’de renovasyon çalışması vardı, Türk inşaat firmasının çalışanları maalesef giremeyeceğimi söyleyip kısaca bilgi verdiler. Makedonya Meydanı’na dönüş yolunda büyük bir kısmı yer altına inşa edilmiş Kutsal Mesih Kilisesi’ni de gezdim. Meydandaki Büyük İskender heykeline bakan Cafe Pelister’de bir soluk alayım diye oturduğumda bir de baktım haritamda işaretlediğim her yeri görmüşüm, şehir bitivermiş.



Şarabımı içip şehir merkezine yürüyerek 15-20 dakika uzaklıktaki hostelime gittim. Resepsiyondaki çocuğa çantamdaki tuhaf meyveyi gösterdim ama o da ne olduğunu bilmiyormuş. Odaya yerleştim, bir temizlikçi yanlışlıkla içeri dalana kadar biraz uyudum. Uyanınca dışarı çıktım. Sabahki puslu hava dağılmış, güneş açınca ortalık ısınmıştı. Üsküp’te sonbahar muhteşem, sarı kırmızı yapraklar bir servet harcayarak diktikleri betonlarla kıyaslanamayacak bir güzellik katıyor şehre. Hayvanat bahçesinin yakınındaki şehir parkına gittim, güzel havanın tadını çıkaran şehir sakinlerine katıldım. Bir kahve alıp kendimi otların üzerine attım, epeyce orada takıldım.




Kalktığımda Rahibe Teresa içinde yapılmış anı evine, oradan da canlı Macedonia Street’i boylu boyunca geçip depremde üçte ikisi yıkılıp şimdi şehir müzesi olarak hizmet veren eski tren garına gittim. Bina dışarıdan depremde durmuş, kısmen yıkılmış haliyle çok etkileyici görünüyor. Müzede ise bana pek bir şey ifade etmeyen bir fotoğraf galerisi ve birkaç geleneksel kıyafet vardı, içeride canlı müzik kaydı yapıldığından kısaca gezip çıktım.



Üsküp’ün içinde en sevdiğim bölge kaldığım yere yakın Debar Maalo semti oldu. Ağaçlı sokakları hem cıvıl cıvıl hem de sakin, güzel cafeler ve şık insanlarla dolu. Akşamımı Bastion Bar’da bir şeyler içip sokağı izleyerek geçirdim. Makedonya hala çok ucuz ve ikramlar zevkli, lezzetli (Bira 100 denar/10 TL, Jack Daniels 300 denar/30 TL – Kasım 2018 itibariyle).
Anneannemin ailesi zamanında Ohrid’den göçmüş, hep memleketine gitmek isterdi. Kardeşimle çocukluğumuzdan beri “biz büyüyünce seni götürürüz” diyorduk ama anneme kısmet oldu. Birkaç ay önce annemle anneannem beraber Makedonya’ya geldiler, beraber hem Ohrid’i, hem de Üsküp’ü gezdiler. O zaman annem Ohrid’e bayıldıklarını, Üsküp’ü pek beğenmediklerini ama zamanı olsa veya tek gelse Matka Kanyonu’na mutlaka gitmek isteyeceğini söylemişti. Ben de bu kadar kısıtlı zamanda 3 saatlik mesafedeki Ohrid’e gidemeyeceğime göre Pazar günü için planım Matka Kanyonu’na gitmekti. Sabah erken kalkıp otogara yürüdüm, önündeki duraktan 60 numaralı Matka otobüsüne bindim (180 denar/18 TL – Kasım 2018 itibariyle). Şoför bana bir kart verdi, ödediğim para 3 biniş için geçerliymiş. Matka’ya yolculuk yaklaşık 40 dakika sürdü, şoför otobüsü kanyonun girişindeki bir cafenin yanında durdurdu dönüşte de oradan binebileceğimizi söyledi.


Kanyonun girişinde bir baraj var, yanından dolanarak yürüyüş yolunun olduğu kısma ulaşılıyor. Hemen girişte iki ayrı tekne gezisi yapan ve kano kiralayan yer var. Benim gittiğim saatte tontik teyzelerden oluşan gezi grupları vardı, onlar hemen teknelere doluştular. Ben nefis sonbaharın ve doğanın tadını çıkarmak için kayaların kenarından kıvrıla kıvrıla giden yürüyüş parkuruna ilerledim. Matka Kanyonu gerçekten muhteşem bir yer. Fotoğraf çekmek için dura dura 1,5 saatte parkuru tamamladım, dönüşüm ise 45 dakika sürdü.




Girişteki Aziz Andrew Manastırı biletli olduğu için içine girmedim, ama o kadar yürüyüşten sonra göl kenarındaki güzel restoranda bir bira keyfi yaptım. Bu restoranın üzerinde bir otel de varmış. Dönüşte etraf çok kalabalıklaşmıştı, kanyon girişini arabalar kapattığı için otobüs durağının yeri de değişmişti ama neresi olduğunu birçok kişiye sorsam da bir türlü anlayamadım. Kalkmasına da daha iki saat vardı. Ben de bir taksiyle pazarlık yaptım, 500 denara anlaşıp otelime döndüm.




Şehirde son bir yürüyüş, son bir bira derken dönüş saatim geldi çattı. Haftasonu kaçamağımın da böylece sonuna geldim. Üsküp’e bayılmadım açıkçası ama müthiş Matka Kanyonu’nda geçirdiğim Pazar günü bana enerji kattı.
