Mavi yolculuk, son yıllarda Arda’yla benim tatil geleneğimiz oldu. Her yaz bir haftamızı kalabalıklardan uzak, sessiz sakin teknede geçiriyoruz. Önce sadece ikimiz kamara kiralayarak mavi yolculuğa çıkarken, yıllar içinde başka arkadaşlarımız da bize katıldı. Bu yıl ise dokuz kişilik bir arkadaş grubu olarak kendi teknemizi kiraladık.

Açıkçası mavi yolculuk bize çok iyi geliyor. Arda da, ben de çok çalışan ama gezmeyi de çok seven insanlarız. Gündelik hayatımızda her zaman yoğun bir tempomuz var. Bütün bir yıl oradan oraya koşuşturduktan sonra tekneyle açıldığımız zaman hayata es vermiş gibi hissediyoruz. Hangi beach’e gitsem, akşam ne giysem, nerede eğlensem gibi dertlerimiz bile olmadan kafayı tamamen boşaltıyoruz. Hatta ben geçen haftanın sonunda eve geldiğimizde kapıyı hangi anahtarla açacağımı bile unutmuştum, o derece. Bütün yıl doğru düzgün deniz tatili yapmamış olsak da teknede geçirdiğimiz bir haftadan sonra yaza doyuyoruz. Hiçbir kıyıda asla göremeyeceğiniz temizlikte, berraklıktaki denizlerde parmaklarımız buruşana kadar yüzüyor, zenci (Arda) veya ıstakoz (ben) olana kadar güneşleniyoruz. Hele bu yaz olduğu gibi İstanbul’daki bir türlü ısınamayan, fırtınalı yağmurlu garip havadan sonra mavi yolculuk ilaç gibi geliyor. Beraber seyahat ettiğimiz arkadaşlarımız da bizimle benzer kafada oldukları için teknede çok mutlu olduklarını dile getirdiler. Hatta bazısı tekne almaya heves etti, bazısını da kaptanın yanına miço vermeyi düşündük. Bu işler nasip kısmet tabii 🙂
Mavi yolculuk için tur organizasyonu yapan birçok şirket ve birçok farklı rota var. Biz genelde Fethiye-Demre arasındaki turlara katılıyoruz. Fethiye’deki en büyük iki mavi tur şirketi Alaturka ve V-GO. Biz geçtiğimiz yıllarda her iki şirketin turlarına da katıldık, fiyatlar, tekneler ve rotalar anlamında ikisi arasında bir fark yok diyebilirim. Tek ya da sevgiliniz/eşinizle, hatta küçük bir arkadaş grubuyla gidecekseniz standart turlardan birini seçip kamara kiralamak iyi fikir. Genellikle gitmek istediğiniz tarihten 1-2 ay önce rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Kalabalık bir grupla tekne kiralayacaksanız daha erken davranmakta fayda var. Bu iki şirket haricinde sadece gruplara tekne kiralayan kaptanlar da bulmak mümkün. Biz bu yıl teknesine misafir olduğumuz Özgür Kaptan’ı çok sevdik.
Mavi yolculuğa genellikle guletle çıkılıyor ama tabii ki motoryat da kiralamak mümkün. Teknenin konforu harcayacağınız parayla doğru orantılı. Standart turların yapıldığı tekneler oldukça basit oluyor. Küçük kamaraların içinde tuvalet/duşlar da bulunuyor. Açıkçası ben denizde sadelik aradığım için kocaman yatlardaki lüks bana biraz komik geliyor, tur teknelerinde de şimdiye kadar hiç rahatsız olmadım. Zaten kamarada üst-baş değiştirmek ve duş almak haricinde pek vakit de geçirilmiyor. Gece genelde herkes güvertede yatıyor. Işık kirliliğinden uzak koylarda yıldızları seyrederek serin serin uykuya dalmak pek tatlı oluyor. Sabah gözlerini muhteşem bir gün doğumuna açmak da bonus.

Teknede genelde kaptan, aşçı ve miço olmak üzere üç mürettebat oluyor. Bu arkadaşlar çoğunlukla civar bölgelerden oldukları için küçük yaştan itibaren denizcilikle ilgilenerek yetişmiş oluyorlar. Bölgedeki koyları çok iyi biliyorlar, standart tur yerine kendi arkadaş grubunuzla tekne kiralayınca pek bilinmeyen güzel yerlere gidilebiliyor. Aşçıların da yemekleri çok lezzetli. Teknede kahvaltı, öğle, akşam yemeği ve beş çayı çıkıyor, standart turlarda yemekler fiyata dahil, su dahil içecekler ekstra. Menüde mangalda balık-et de, tencere yemekleri de olabiliyor. Arkadaş grubuyla gidecekseniz tavsiyem alışverişi kendiniz yapmanız olur, birçok marketin aldıklarınızı tekneye teslim eden servisleri de var.
Mavi yolculukta en çok hoşuma giden şeylerden biri de hafif bir bavul veya bir sırt çantasıyla gitmenin yeterli olması. Mutlaka çantada bulunması gerekenler şöyle:
- Mayo-bikini, deniz şortu (Ee herhalde diyeceksiniz, ama almadan gelen oldu 🙂 )
- Havlu-peştemal (3 adet almanızı öneririm, biri deniz, biri duş sonrası için, biri de olur da havlunuz denize uçarsa diye. Peştemal hem çabuk kuruyor, hem az yer kaplıyor)
- Şort, tshirt, yazlık elbise (Teknede çoğunlukla mayoyla gezeceksiniz, çok fazla eşya almaya gerek yok)
- 1 çift terlik (Teknede çıplak ayakla geziliyor, karaya çıkarsanız diye)
- 1 çift spor ayakkabı (Karaya çıkılan bazı yerlerde tırmanırken rahat etmek için, detayları yazının devamında anlatacağım)
- Güneş kremi
- Sinek kovucu ve sinek-böcek sokmalarında rahatsızlığı azaltacak bir ilaç (Demirlediğiniz koylarda bol bol keçi, geyik gibi hayvanlar olacak, hayvan olan yerde sinek de olur. Çok fenalar, beni gözümden bile soktular)
- Günlük kullandığınız ilaç ve kozmetikler
- Filtre kahve seviyorsanız french press ve kahve
Teknemiz öğle saatlerinde Fethiye limanından denize açıldığında hepimiz birer bira açarak buluşmamızı kutladık. Yaklaşık yarım saat sonra ilk durağımız Turunç Pınarı koyu oldu. Birkaç teknenin demirlediği bu sakin koyda sadece denizden ulaşılabilen güzel bir restoran da var. Gece bu koyda konakladık.
Sabah olunca Ölüdeniz’e geçtik. Tekne doğal olarak Ölüdeniz’in içine kadar giremiyor. Lagünün hemen dışında, Belcekız Plajı’nı da gören bir noktaya demirledik. Tepemizde süzülen paraşütleri izleyerek denizin keyfini çıkardık.
İkinci günümüzde bir sonraki durağımız ise Gemiler (St Nicholas) Adası oldu. Fethiye’nin güneyindeki bu adacıkta, 5. yy.dan itibaren evler, su sarnıçları gibi günlük hayata yönelik yapılar ve birçok kilise kurulmuş. Bu kiliselerden en büyüğü Noel Baba olarak da bilinen St Nicholas’ın kilisesi olduğu, hatta mezarının da burada olduğu söyleniyor. Adadaki yapılar yüzyıllar içinde deprem ve diğer doğal etkilerle yıkılmış, ama adanın tepesindeki yıkıntılar arasından görülen manzara hala çok etkileyici.



St Nicholas Kültür Bakanlığına bağlı olduğu için buraya giriş paralı (8 TL – 2017 itibariyle). Adanın tepesine doğru tırmanırken yaklaşık 20 dakika süren, kayalık bir yoldan gidiliyor. Burada terlik değil spor ayakkabı giymekte fayda var.

Geceyi Gemiler koyunda geçirdik. Sabah kaptan erkenden motorları çalıştırdı ve dört saat boyunca denizde seyrettik. Kaş’a doğru giderken Kelebekler Vadisi ve Patara’nın açıklarındaki bu bölgede deniz biraz dalgalı olabiliyor, teknenin sağa sola yalpalaması biraz korkutucu oluyor. Bu durumda teknenin kıçında oturmak daha iyi oluyor. Neyse ki bu defa çok sallanmadık, ben yol boyunca uyudum.
Gözlerimi açtığımda Fırnaz Koyu’ndaydık. Bu koyun olduğu bölge Kalkan’a 4 km mesafede olmasına rağmen koruma alanı olduğu için karadan düzgün bir yolu yok. Mavi yolculuklarda mutlaka uğranan bir yer ve turkuaz renkli deniziyle gerçekten çok güzel. Aynı zamanda Likya Yolu’nun da üzerinde yer alıyor.
Fırnaz’da kahvaltı ve deniz faslını bitirince Kaş’a geçtik, limana demirledikten sonra daha önce de büyük bir keyifle öğle rakısı yaptığımız Şako Restoran‘a gittik. Biraz tepedeki konumuyla bu restoranın manzarası gerçekten harika, servisi de çok güleryüzlü. Yine kavun, peynir, rakıdan oluşan sade soframızda çok keyifli bir öğle yemeği yedik.
Yemekten sonra ilk firemizi verdik, İstanbul’a dönecek olan arkadaşımız Yaşar’ı yolcu ettik. Biz de biraz çarşıyı dolaştık. Akşam teknede dinlendikten ve akşam yemeği yedikten sonra dışarı çıktık. Bilen bilir, Kaş biraz bohem bir yer. Çok çılgın eğlence ortamları, clublar falan yok. Ama her zevke göre müzik çalan barlar, cafeler var. Kaş’ta gece hayatı genelde gece yarısı gibi hareketleniyor, sabah üç civarında da müzik kesiliyor.


Biz önce Mavi Bar‘ın renkli sandalyelerinde oturup birer içki içtik, geleni geçeni izleyerek muhabbet ettik. Sonra HiJazz‘a geçip Feti Blues Band’i dinledik. Biz dışarıdaki sandalyelerde oturduk, ama içeride deli gibi dans eden bir kitle de vardı. Geceyi Echo‘da sonlandırdık, açıkçası burası benim Kaş’ta en sevdiğim bar. Limanın hemen yanında, eski bir taş binanın içinde çok güzel bir konser alanı. Bahçesi de çok keyifli. Yıllar önce de bir mavi yolculuğun ardından Kaş’ta birkaç gece kaldığımızda buraya gelip çok güzel canlı müzik dinlemiştik. Bizim gittiğimiz gece canlı müzik yoktu ve pek kalabalık da değildi, yine de bahçede oturup bir şeyler içmekten keyif aldık.
Sabah erken saatte Kaş limandan ayrılıp Yağlıca koyuna geldik. Sadece bir teknenin sığabileceği büyüklükteki bu koy uca doğru daralıyor ve buraya sadece yüzerek gidilebiliyor. Buraya daha önce gitmemiştik ve açıkçası bu civarda gördüğüm en güzel koydu. Tertemiz, turkuaz renkli bir denizi var, su altında da bir sürü farklı balık ve deniz canlısı görülebiliyor. Yüzerken şaşkın şaşkın bize bakan bir kalamar ailesi gördük, şnorkelle de saatlerce yüzerek su altını izledik. Koydaki kayaların üzerinde gezen geyikler de vardı. Aşçımız Sarı’yla kardeşi Eray kayalardan denize atlayarak bize şov yaptılar.
Yağlıca’da öğle yemeğimizi yedikten sonra Kekova’daki Üçağız’a doğru yola koyulduk. Kaş’tan Kekova’ya doğru giderken bol bol balık var, tekne hareket halindeyken çaparileri sallayınca dakika başı kocaman palamutlar vuruyor. Yol boyunca 6-7 tane balık tuttuk, ben de bir tane tuttum.
Üçağız’da grubumuzdan İstanbul’a dönmesi gereken Serkan, Katya ve Özge’yi de indirdikten sonra biraz dolaşarak alışveriş yaptık, teknenin eksiklerini tamamladık. Sonra yakınlarda geceyi geçirebileceğimiz bir koya demirledik. Kaptan botla bizden ayrılarak geceyi Üçağız’da yaşayan ailesiyle geçirmeye gitti, biz de yemek vaktine kadar bol bol denizin keyfini çıkardık. Akşam olunca karadan sivrisinekler akın etti, daha sinek kovar sürmeye kalmadan her yerimizi yediler. Burnumu üç yerinden soktular, patlıcan oldu. Yine de keyfimizi bozmadık. Sarı bize sabah tuttuğumuz palamutları pişirdi, yanına bol salatayla rakımızı da açtık. Ay ışığında kendi tuttuğun balığı yemek nasıl bir keyif anlatamam.




Sabah kaptan gelince hareket edip Kekova’daki batık kenti görmeye gittik. Kekova adası, Kaleköy’ün (Simena) tam karşısında kalıyor. Adada kurulmuş eski bir Likya kenti olan ve depremlerle yıkılan Kekova’nın (Dolichiste) kalıntıları görülebiliyor. Bölgede yüzmek veya dalış yapmak normalde yasak, ancak özel izinle ve uzmanlar eşliğinde mümkün olabiliyormuş. Kekova civarında tur yapan tüm tekneler bu bölgeye mutlaka gidiyor, teknelerin batık kentte demirlemesi yasak olduğu için kıyıdan ağır ağır ilerleyerek kentin kalıntılarını gösteriyorlar. Buraya giden dibi camlı günlük tur tekneleri de var, ama kentin sular altında kalan kısmı çok büyük olmadığından bana bu teknelerle gitmek çok anlamlı gelmiyor. Zaten normal bir tekneden bakınca da su altındaki kalıntılar görülüyor.
Batık kenti gördükten sonra hemen karşısındaki Kaleköy’e çıktık. Kaleköy, eski adıyla Simena antik kenti cennet gibi bir yer. Bu kayalık, dik yamaçlı adacığın en tepesinde bir Ortaçağ kalesi var. Kaleye giriş ücretli (10 TL – 2017 itibariyle), ama buradan izlenebilecek deniz ve adaların manzarası muhteşem.


Kaleköy’e karadan ulaşım olmadığı ve yapılaşma yasak olduğu için ülkemizde bozulmadan kalmış ender yerlerden biri. Sadece bir avuç taş ev, pansiyon, cafe ve basit ihtiyaçları karşılayacak dükkanlar var. Biz daha önce kaleye çıktığımız için arkadaşlarımız çıkarken adada gezinmekle yetindik. Kıyıdaki kadınların birinden şile bezi bir elbise aldım.
Kaleköy’den Gökkaya koyuna giderek geceyi de burada geçireceğimiz için kuytu bir köşeye demirledik. Denizde acayip bir akıntı vardı, ne kadar yüzsek de bizi teknenin baş kısmına doğru atıyordu. Bizim miço Eray’la beraber koydaki korsan mağarasına doğru yüzerken denizde bir karpuz bulduk. Eray çok heyecanlandı, ama sonra baktı kenarı patlakmış. Karpuzu tekneye kadar yüzdürüp abisiyle kaptanı iki saat karpuzun sağlam olduğuna inandırmaya çalıştı. Çocuk olmak ne güzel.

Gece yine sivrisinek akınına uğradık, bu defa yüzüme de ilaç sürmeme rağmen tek sürmediğim nokta olan gözümü yediler. Serra’nın da gözünü yediler, zaten ikimizin de gözleri kocaman, yumruk yemiş gibi olduk. Kekova koyları çok güzel ama bu yıl sineklerden çok çektik. Önceki yıllarda bu kadar olmuyordu, ama bu yıl bizim gittiğimiz dönemde 10-15 gün sıcak hava dalgası gelip rüzgar da olmayınca sinekler canavar olmuş.
Annem telefonla konuşurken mutlaka Aperlai’ye de uğrayın demişti, ben de kaptana bahsetmiştim. Sabah gitmek ister misiniz diye sordu, isteriz dedik. Aperlai Kekova’nın güneyinde kurulmuş bir Likya antik kenti. Kentteki eski mezarlar ve bazı kalıntılar günümüze ulaşabilmiş. Asıl kentin kurulduğu bölge doğa olarak oldukça ilginç, her iki yönden de deniz içeriye girmiş ve kıstak gibi ince bir kara parçası oluşmuş. Bir uçtan diğerine yürümek yaklaşık 20 dakika sürüyor. Biz Kekova yönünden geldiğimiz için Yörük Ramazan’ın yerine çıktık, oradan antik kente doğru yürüdük. Bu tarafta deniz daha güzel, diğer uçta bulanık ve biraz bataklık gibi. Kırmızı toprakları ve değişik bitki örtüsüyle burası insana sanki Türkiye’nin güneyinde değil de Avustralya’daymış gibi hissettiriyor.
Aperlai de Likya yolunun üzerinde, hatta gezerken yürüyüş yapan birkaç kişi de gördük. Antik kentin yanındaki Purple house pansiyon da ağırlıklı olarak Likya yolu yürüyüşçülerine hizmet veriyor.

Akşam artık sivrisineklerden kurtulalım diye her zaman rüzgarlı olan Kocakarı koyuna geldik. Burası bile fazla esmiyordu. Kaptanın anlattığına göre buraya henüz turizm falan yokken, 1950’li yıllarda iki tane Alman teyze yerleşmiş. O nedenle adı Kocakarı koyu olmuş. Burası tekneler için popüler bir koy olsa da sakin ve temiz.

Sabah hareket ettikten kısa bir süre sonra kaptan balık tutarken bir kaza geçirdi, olta parmağına girdi. Botla karaya çıkıp hastaneye gitti, biz de onu beklerken Üçağız’ın biraz açığında kahvaltı yaptık. Neyse ki ciddi bi şeyi yokmuş, oltayı çıkarıp dikiş bile atmamışlar. Tekrar yola çıkıp Kaş’taki Limanağzı koyuna gittik. Nefis bir turkuaz denizde yaza veda ettikten sonra Kaş limana demirledik.
Kaş’taki son gecemizde önce liman manzarasına karşı Deja Vu‘da birer içki içtik, sonra da Aylin Aslım’ın mekanı Gagarin‘de eğlendik. Güzel müzikleri ve eğlenceli ortamıyla Kaş’ta gece gidilebilecek en güzel yerlerden biri olmuş.
Sabah erkenden tekneden ayrılıp kaptanın ayarladığı transferle Fethiye’ye geri döndük. Hem bol bol dinlendik, uyuduk, yüzdük, hem de arkadaş grubumuzla çok eğlendik. Hepimizin şimdiden gelecek yazın hayallerini kurduğuna eminim.
Bu seyahatin kitapları:
- Karanlıktan Sonra – Haruki Murakami
- Tatavla’dan Kurtuluş’a – Hüseyin Irmak
- Hayata Yolculuk – Hasan Söylemez
- Mutfak Sırları (Aşçılık Dünyasından Mahrem Maceralar) – Anthony Bourdain (yarısını okudum)
Bu seyahatin müzikleri:
- Morcheeba – Tüm albümleri
- alt-J – Relaxer
- Bülent Serttaş – Bodrum Akşamları (maalesef)
- Sür Kremini (maalesef x 2)
Katılmaya gerek kalmadı. Gezmiş kadar oldum. Çok güzel anlatılmişTeşekkürler.
Samsung Galaxy akıllı telefonumdan gönderildi.
BeğenBeğen
Çok teşekkür ederim 🙂 imkani olan herkesin gormesini dilerim
BeğenBeğen
Kuzumun tavsiyem uyup Aperlai Purple House a gitmesine çok sevindim. Likya yolu rotasında ben ve arkadaşlarımın en beğendiği yerlerden biriydi. Hala Türkiye de en beğendiğim yerler arasında ilk ona giriyor, hele bir de gece ateş yakıp armut koltuklarda sabahlasalardı…
BeğenBeğen