Los Angeles’tan Phoenix’e hiç durmadan, en kısa yoldan giderseniz 600 kilometrelik, yaklaşık 6-7 saatlik bir yolculuk sizi bekliyor. Bizim asıl amacımız yol üstündeki Joshua Tree Milli Parkı’na gitmek ve Phoenix’e de akşam makul bir saatte varmak olduğu için erkenden yola çıktık.
L.A.’den Joshua Tree’ye gitmek için en mantıklı yol Hwy 10. Rotamızı aşağıda mavi ile işaretlenmiş şekilde görebilirsiniz:
Los Angeles’tan çıkınca kaymak gibi yolda ilerlemeye başladık. Yolda büyük bir orman yangınına rastladık.
Wildfire denilen, insan eliyle değil doğal yollarla çıkan bu orman yangınları Kaliforniya’da sık sık oluyormuş. Öyle ki, sadece 2017’de Kaliforniya’da 6000’den fazla yangın olayı görülmüş. Yıldırım düşmesi, kayaların yuvarlanırken kıvılcım çıkarması gibi nedenlerle başlayan ve sık ormanlarda hızla yayılan bu yangınlarla mücadele için ülkenin orman genel müdürlüğü uzun süre çok ciddi para ve emek harcamış. Ancak 1970’lerde yangınları önlemeye çalışsalar da pek başarılı olamadıklarını, hatta çıkan yangınların çok daha büyük ve şiddetli olduğunu, bu yangınların da aslında bölgenin ekosistemi için faydalı olduğunu anlamışlar ve bakış açılarını değiştirmişler. Böylece kontrollü bir şekilde doğal yangınların çıkmasına ve yanmasına izin vermeye başlamışlar. Bizim gördüğümüz yangın ise yerleşim yerlerine epeyce yakın olduğu için yoğun bir söndürme çalışması vardı.

Yangını görünce neden çıkmış diye internette araştırma yaparken bu bilgilere rastladım, açıkçası beni çok şaşırttı. Bizdeki yangınların hep insanlar tarafından rant için çıkarılmasına alışmışız. Sonradan Yosemite’yi gezerken de bu konuyla ilgili detaylı bilgi okuduk ve yanan bölgelerin nasıl kendini onardığını bizzat gördük.
San Bernardino’ya yaklaştığımızda karnımız zil çalmaya başlamıştı, foursquare’den kısa bir araştırma yapıp otobandan şehre döndük. Herkesin hakkında süper yorumlar yaptığı Rosa Maria’s Drive In‘e gidip birer burrito gömdük. İçinde et, peynir, fasulye ve acı sos olan bu Meksika dürümleri kafam kadardı ve çok lezzetliydi. Amerika’nın tamamında, ama özellikle Kaliforniya, Arizona, Teksas gibi güney eyaletlerinde ciddi bir Meksikalı nüfusu var. Doğal olarak Meksika yemekleri de çok popüler. Meksika yemekleri gerçekten leziz, ama Latinoların hemen hemen hepsinin fazla kilolu, hatta obez olduğunu görünce insan bu yemekleri her gün yememesi gerektiğini anlıyor.

Yemekten sonra Arda’dan direksiyonu devraldım. İstanbul trafiğinde araba kullanmaya çekindiğim için hazır bomboş, geniş yolları bulunca pratik yapayım dedim. Amerika’da her şey gibi arabalar da kocaman, bizim spor arabamız ise küçük olmasa da yere yakın. İnsan önce devasa tırların, kamyonetlerin arasında bir panikliyor ama sonra alıştım, direksiyon korkumu yendim.
Öğleden sonra Joshua Tree’ye ulaştık. Milli parkın üç girişi var: batıdaki Joshua Tree kasabasından geçilerek gidilen ana giriş, kuzey girişi ve güney girişi. Biz kasabanın içinden geçerek ana girişten girdik. Joshua Tree’de öğlen sıcağının da etkisiyle sokaklarda kimsecikler yoktu. Terkedilmiş havası, tek tük dükkanları ve evlerin yanındaki kocaman kaktüsleri ile burası insanın aklındaki Vahşi Batı imajına cuk oturan bir yer.

Mojave ve Colorado çöllerinde yer alan bu bölge hayatınızda görebileceğiniz en ilginç coğrafyalardan birine sahip. Göz alabildiğine uzanan çölde irili ufaklı, yamru yumru kayalar, tuhaf kaktüs çeşitleri ve bölgeye adını veren Joshua tree ya da botanikteki ismiyle Yucca brevifolia ağaçları var. 19. yy.da bölgeye gelen Mormonlar bu ağaçları ellerini göğe kaldırıp dua eden Yuşa (Joshua) peygambere benzettikleri için onlara bu ismi vermişler.

Tabii ki Mormonlar bölgeye ilk gelen insanlar değilmiş. Burası günümüzden yaklaşık on bin yıl önce bile Pinto denilen insanların eviymiş. Sonrasında da Serranolar, Cahuillalar, Chemehueviler ve Mojaveler gibi birçok yerli Amerikan halkı burada yaşamış. Hatta bu dört grubun hala Joshua Tree’de reservation denilen toprakları var ve bu alanlar ziyaretçilere kapalı.
Biz Kızılderili deyip geçiyoruz ama günümüzde ABD’nin resmi olarak tanıdığı 560 farklı Yerli Amerikalı kabilesi var. Devletin tanımadığı kabilelerin sayısının da 250 civarında olduğu iddia ediliyor. Bu konuda bir uzmanlığım olduğunu iddia edemem ama Amerika’ya beyaz adam gelip de Amerikan yerlilerinin büyük bir bölümü savaş, hastalıklar ve yerlilere karşı yürütülen politikalar sonucu ölmeden önce tüm kıtada belki de binlerce farklı kabile vardı.
Joshua Tree birçok memeli, kuş ve sürüngenin ve binlerce bitki türünün de evi. Park yönetimi kayaların üzerine grafitiler yapıldıktan sonra bazı bölgelere girişi yasaklamış. Parkta ateş yakmak ve çöp bırakmak da yasak. Burada kamp yapanların her türlü çöplerini ayrılırken yanlarına almaları gerekiyor.
Çöl sıcağından dolayı parkta çok uzun vakit geçirmek zor, yol olmadığı için arabayla da belli bir yere kadar gidiliyor. Biraz gezdikten sonra kasabaya geri döndük, bohem hediyelik eşya dükkanlarından magnet gibi ufak hatıra eşyaları aldıktan sonra tekrar yola koyulduk.
Bu defa parkın kuzeyindeki California Hwy 62’den, 95’e bağlandık, tekrar güneye inerek en son Hwy 10’a bağlandık. Yaklaşık rotamızı aşağıdaki haritada gösteriyorum, ama dediğim gibi biz 95 yazan yerden güneye inerek Blythe’da Hwy 10’a bağlandık.
Bu yolu tamamen tesadüfi bir şekilde seçtik, ama Amerika’da gördüğümüz en ilginç yollardan biri çıktı. Hatta şu sitede de bu rotada görülecek yerleri anlatmışlar. Yol tamamen Mojave çölünün içinden geçiyor ve etrafta çok az yerleşim yeri var. Güneş batarken çöl manzarasına doyum olmuyor.
Bomboş çölün ortasında giderken terkedilmiş bir tren yolu ve üzerine grafitiler çizilmiş vagonlar gördük. Benzinimiz azalmıştı, tren yoluna yakın bir yerleşim yeri mutlaka vardır mantığıyla sağa sola bakarken hayalet kasaba Rice’ı gördük.

İnsanın tüylerini diken diken eden bu kasaba nasıl kurulmuş, neden terkedilmiş diye epeyce araştırsam da çok tatmin edici bir cevap bulamadım. En çok bilgi şurada yer alıyor, site göz acıtıyor ama resimler ilginç. Muhtemelen bir madenci kasabasıymış, sonradan insanlar daha iyi yerlere göç ederek bu çölün ortasındaki acayip yeri bırakmışlar. Burası ilk nükleer bombanın test edilmesi için düşünülen üç yerden biriymiş ve II. Dünya Savaşı sırasında aktif bir hava üssü de varmış. Şu anda ise burada yanmış bir benzin istasyonu ve uzun bir çitin üzerine bu hayalet kasabadan geçenlerin gelişigüzel attığı ayakkabılarla oluşmuş Rice Shoe Fence hariç hiçbir şey yok. Eskiden bu çit yerine bir Shoe Tree varmış, ama ağaç yanınca yolcular hasbelkader ayakta kalmış bir çite ayakkabılarını asarak yeni bir anıt oluşturmuşlar. Hayatımda gördüğüm en saçma yerdi.

Yolculuğumuzdan çok keyif alsak da akşam Phoenix’e ulaştığımızda sıcaktan ve saatlerce araba kullanmaktan epeyce yıpranmıştık. Soğuk bir duştan sonra hemen uyuduk.
Joshua Tree ile ilgili ayrıntılı bilgi için: