2016’nin Ocak ayında arkadaşımızın orada kısa dönem görevli olmasını bahane edip Amsterdam’da kız kıza bir hafta sonu geçirdik.
Birçok havayolu şirketinin Hollanda’ya farklı saatlerde günlük seferleri var. Biz en ucuz bileti oradan bulduğumuz için KLM’yi tercih ettik.
Amsterdam’da her yıl Aralık-Ocak aylarında Light Festival yapılıyor, zaten Noel için ışıl ışıl olmuş şehirde bir de yetenekli sanatçıların LED ışıkları kullanarak şehrin farklı noktalarında yarattıkları enstalasyonları görmek çok güzel oluyor. Amsterdam Centraal’dan dışarıya adımımızı atar atmaz bu sanat eserlerinden birkaçı karşımıza çıktı. Biraz fotoğraf çektikten sonra Dam Square’de arkadaşımızın Hollandalıların çok sevdiğini söylediği Bitterballen eşliğinde birer yorgunluk birası içtik. Enerjimizi ertesi güne saklayalım deyip ilk gecemizi erken sonlandırdık.
Amsterdam’da ulaşım çok gelişmiş; tramvay, tren, metro, otobüs, feribot ve tabii ki bisiklet gibi opsiyonlarla şehrin uzak denilen yerlerinden bile merkeze gitmek maksimum yarım saat sürüyor. Ulaşım için çeşitli müzelere ve turistik yerlere de ücretsiz giriş sağlayan I amsterdam City Card ya da sadece toplu taşımada sınırsız kullanım olanağı sağlayan Amsterdam Travel Ticket alınabilir. Ben arkadaşımda kaldığım için konaklama konusunda fazla yorumum yok, ama benden sonra bekarlığa veda partisi için Amsterdam’a giden Ardacığım airbnb’nin iyi bir seçenek olduğunu söylüyor.
Normalde şehir gezmeye gitmişsem otobüs, tekne turlarından hep kaçınırım. Tabanlarım şişene kadar yürümek, ara sokakların havasını koklamak hep daha çekici gelir bana. Ama Amsterdam’da ilk gelişinse, burada geçireceğin zaman kısıtlıysa ve hava da buz gibiyse tekneyle kanal turu yapmak iyi fikir, sonuçta bütün şehir at nalı şeklinde iç içe geçmiş kanallar üzerine kurulu. Biz 24 saatlik hop on-hop off turu tercih ettik, böylece hoşumuza giden yerlerde inip o bölgeyi daha iyi keşfetme şansımız oldu. Amsterdam Centraal tren istasyonundan bindiğimiz tekneyle önce Oosterdok tarafına doğru gittik, NEMO Science Museum’un önünde inip merkeze doğru geri yürüdük.
Sonra tekneyle Oudeschans’a (Yeni Kanal) doğru ilerledik. Bu geniş kanalda ilerlerken 16. yüzyılda şehir duvarlarının bir parçası olarak yapılmış, şimdi tek başına bir kule olarak duran Montelbaan’ın da yanından geçtik.


Tekneden Waterlooplein‘da indik, burası Amsterdam’ın en eski ve ilginç bit pazarı. Burada 1893’ten beri Yahudiler pazar kuruyormuş, İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler Amsterdam’ı işgal edince pazarı da kaldırmışlar. Savaştan sonra pazar tekrar kurulmaya başlanmış, 1960’lardan sonra şehre gelen hippilerin de etkisiyle vintage kıyafetler, kameralar, plaklar ve her türlü ıvır zıvırın satıldığı bugünkü halini almış. Burada Pazar ve resmi tatiller hariç her gün 300’den fazla tezgah kuruluyor antikalardan, bisiklete, etnik kumaş ve yiyeceklerden kitaplara birçok şeyi burada bulmak mümkün.


Coffeeshop’lara uğrayıp kahve ve diğer ihtiyaçlarımızı tedarik ettikten sonra meşhur çiçek pazarı Bloemenmarkt civarında gezdik. Yaz gelince süper balkonlara sahip olma hayalleri kurduk, her gördüğümüz dükkanda muhteşem peynirlerden tattık, Rijksmuseum’un önündeki buz pistinde fotoğraflar cektik. Sabahtan beri çiseleyen yağmur iyice bastırınca tekrar tekneye döndük.

Aksam yemeğimizi Pasta e Basta diye bir restoranda yedik, isminden anlaşıldığı gibi makarna ağırlıklı menüsü olan bir İtalyan restoranı ama asıl olayı yemek sırasında garsonların sahneye çıkıp şarkı söylemesi. Bazısı opera söylerken bazısı pop balladları söylemeyi tercih edebiliyor, belli bir tarz yok. Yemeğimiz oldukça keyifli geçti, güzel seçimdi.
Amsterdam’daki ikinci günümüzün sabahını ‘The Nine Streets’ diye bilinen bölgede geçirdik. Burada hem bilinen markaların dükkanları, hem de küçük küçük çok tatlı designer dükkanları, sanat galerileri ve müzeler var.

Ögleden sonra ise Heineken Experience‘a gittik, burayı ziyaret etmek özellikle kışın Amsterdam’da yapılabilecek en güzel aktivitelerden biri. Hava gerçekten çok soğuk ve devamlı Kuzey Avrupa’da biraz vakit geçirmiş herkesin çok iyi bileceği sprey şeklindeki aptal yağmur yağıyor. Sürekli ıslaksın ve üşüyorsun, o yüzden insan ister istemez çok uzun süre parkları bahçeleri gezmek istemiyor. Heineken çok sevdiğim bir bira markası olmasa da biranın yapılışı ile ilgili herşeyi anlatan, gerçekten interaktif ve eğlenceli bir müze yapmışlar. Burayı gezerken ben mantar yemiş olduğum için arkadaşlardan biraz daha fazla eğlendim. Özellikle beni mayalanmakta olan bir arpa tanesi gibi hissettiren bölüme bayıldım! Experience’ı tamamladıktan sonra içerideki barda giriş ücretine dahil olan biralarımızı içtik, bizi evde uslu uslu bekleyen sevgililerimiz için de üzerinde adları yazan özel şişelerde bira almayı unutmadık.

Amsterdam’da kısa zaman geçirmemize rağmen ben çok sevdim. Sıcak bir mevsimde kesinlikle tekrar gideceğim, o yüzden şuraya birkaç not daha bırakayım:
- Herkesin bildigi gibi Amsterdam’da hafif uyuşturucuların satışı ve kullanılması yasal. Halüsinatif “mantar” olarak satılan şey ise aslında mantar degil, truffle. 2008’de magic mushroomların satışı yasaklanmış. Mantarların da marijuananın da farklı çeşitleri var ve dükkanlarda hangisini seçeceğiniz konusunda çok yardımcı oluyorlar.
- Ben Dolphin’s Delight denen mantarı denedim, hayatımda yaşadığım en iyi tecrübelerden biriydi. Etkisi yaklaşık 4 saat sürdü, çok güzel renkler gördüm, seslerde ve şekillerde değişiklikler olduğunu farkettim ve çok güldüm, çok eğlendim. Bu süre içinde kontrol tamamen bendeydi ve her şeyi hatırlıyorum. Etkisi Heineken’de biramdan bir yudum aldığım anda geçti.
- Mantar kullanırken iyi bir ruh halinde olmak, gündüz, açık havada, mümkünse doğanın içinde kullanmak önemli. İlk defa deneyeceksen önce paketin bir kısmını, sonra geri kalanını ye, kötü etkisi olursa diye önlem olarak yanında C vitamini içeren örneğin portakal suyu gibi bir içecek ve şekerli bir şeyler bulundur. Bunlar mantarın etkisini geçiriyormuş.
- Amsterdam’a yazın gitmek lazım. Biz gittiğimizde hava Ocak ayına göre çok kötü değildi ama yazın çok daha keyifli bir şehir olduğundan eminim. Tekrar gittiğimde Vondelpark’ta uzun uzun vakit geçirmek istiyorum. Ayrıca Van Gogh Müzesi, Foam Gallery, Anne Frank’in evi ve Rijksmuseum da yapılacaklar listemde.
- Red Light District dünyanın en gereksiz yeri. Biz şöyle bir dolaştık uzun uzun anlatmaya bile gerek duymuyorum. Estetik olan hiçbir şey yok, tamamen vakit kaybı.
- Gitmişken Bloemenmarkt’tan peynir ve lale soğanı almayanı dövüyorlar. Ben Cheese&More’dan aldığım trüf mantarlı goudaya bayıldım ama benden başka kimse sevmedi, yoğun tadı olan peynirleri sevenlere kesinlikle bu peynirden almayı öneririm. Lalelerimiz de baharda çok güzel açtı.
One Comment Kendi yorumunu ekle