İngiltere – Londra

Dünyada en çok sevdiğin insana dünyada en çok sevdiğin şehri birkaç günde nasıl gezdirirsin? Hele de o şehir insana aklına gelen gelmeyen her türlü deneyimi ve eğlenceyi sunuyorsa, en güzel müzeler, en iyi restoranlar, en harika parklar oradaysa? Sen yıllarca orada yaşamış ve bir sürü anı biriktirmişsen, ve o anıları tekrardan beraber yaşamak için sabırsızlanıyorsan?

Arda’yla beraber ilk defa Londra’ya gittiğimizde aklımdaki sorular bunlardı. Yüksek lisansımı Londra yakınındaki Reading’de yapıp sonra da yaklaşık dört yıl Londra’da yaşadığım için buranın önemi benim için büyük. Londra’yı ne kadar çok sevdiğimi anlatamam, ne zaman gitsem kendimi evimde hissediyorum.

portobello-road-london-3

Londra’ya bu gidişim ve dönüşüm biraz olaylı oldu. Hem giderken, hem de dönerken yanlış havaalanına gittiğim için uçağımı kaçırdım! Evet, çok iyi bildiğim iki şehirde, dört gün arayla iki defa aynı aptallığı yaptım. O zamandan beri beraber seyahate çıktığım hiç kimse biletleri benim almama izin vermiyor, kendi başıma gideceksem de mutlaka birilerine kontrol ettiriyorum.

Arda benden önce Londra’ya varmış, otele yerleşmişti. Ben de öğlen saatlerinde Luton Havaalanı’na indim. Onca zaman Londra’da yaşamama rağmen hiç Luton’a uçmamıştım, süpermiş. Küçücük bir havaalanı olduğu için ticari uçaklar çok sık inmiyor, bu yüzden de pasaport kontrolü ve bagaj için sıra beklenmiyor. Luton’dan şehir merkezine gitmenin en ucuz ve mantıklı yolu havaalanı shuttle’ları, birçok shuttle şirketi Swiss Cottage, Victoria, Marble Arch gibi farklı noktalara gidiyor. Ben kalkış saati en yakın olan o olduğu için Greenline’ı tercih ettim, bilete £8 verdim. İnternetten gidiş-dönüş bileti beraber alınca daha ucuz olabiliyor.

bond-street-london
Bond Street

Otobüsten Marble Arch’ta inip Lancaster Gate’deki otelimize kadar yürüdüm. Şansıma Londra’da kaldığımız süre boyunca hava hep harikaydı, daha önce burada hiç dört gün arka arkaya güneşi görmemiştim! Londra’ya ilk defa gidenlere, rahatına düşkünlere veya çok seyahat tecrübesi olmayanlara Lancaster Gate bölgesindeki otellerde kalmayı öneririm. Burası şehrin merkezi denilebilecek meşhur alışveriş caddesi Oxford Street’e yürüme mesafesinde, ama canım Hyde Park’ın da komşusu olduğu için Oxford Street’in keşmekeşinden yeterince uzakta.

hyde-park-london-2
Hyde Park

Otele eşyalarımı bıraktıktan sonra Arda’yla beraber Hyde Park’ın içinden South Kensington’a doğru yürüdük. South Kensington Londra’nın en güzel müzelerinden Victoria&Albert Museum, Natural History Museum ve Science Museum’a (hepsinin girişi ücretsiz), konser salonu The Royal Albert Hall’a, Prenses Diana’nın hayattayken yaşadığı Kensington Sarayına ve Diana’nın anısına inşa edilen hatıra çeşmesi ve yürüyüş yollarına ev sahipliği yapıyor. Biz bütün bunları pas geçip Londra güneşinin tadını çıkarmayı tercih ettik, South Kensington’dan Notting Hill’e kadar yürüdük. Zaten geniş caddeleri, bakımlı evleri ve bahçeleriyle Londra’nın bu kibar semtleri içinde vakit geçirenlere yeteri kadar güzellik sunuyor.

portobello-road-london-4
Notting Hill

O gün Cumartesi olduğu için Arda’nın Portobello Market’ı görmesini istedim. Vintage ürünler satan tezgahlara baka baka bu açık hava pazarının Ladbroke Grove’a çıkan en arka noktasına kadar yürüdük. Portobello Market’a Notting Hill’den girdiğinde (ki birçok turist böyle yapar) öncelikle eski paralar, matbaa harfleri, antika mobilyalar ve mücevherler satan tezgahlar görürsün, bu kısımda aynı zamanda haftaiçi açık olan antika dükkanları da var. Marketin ortalarındaki tezgahlarda ise ağırlıklı olarak vintage ya da ucuz kıyafetler olur, ama Portobello’da vintage alınacak en iyi yer solda Ladbroke Grove metro istasyonuna çıkan geçitin oradaki alandır. Burası sadece vintage kıyafetlere ayrılmıştır, Yüze yakın tezgahın arasında biraz eşeleyerek gerçekten harika şeyler bulabilirsin ve fiyatlar da Notting Hill istasyonunun oradaki dükkanlar gibi kazık değildir. Yine de Londra’da vintage kıyafet alınacak en iyi yer tabii ki Shoreditch’deki Brick Lane ve charity shop’lardır. Kıyafet satılan kısımdaki satıcıların yarısı Türk’tür ama Türkler genelde vintage değil ucuz ve trendy t-shirt, elbise tarzı şeyler satarlar ve çatır çatır pazarlık edebilirsin. Vintage kıyafetlerden sonra ise yemek tezgahları başlar, Meksika’dan Türk’e, Japon’dan Alman’a her mutfağın yemeklerini burada bulabilirsin. Turistler bu noktadan sonrasını pek bilmez ama biraz daha ilerleyince Portobello Road biter ve çok enteresan bir Portekiz/Fas mahallesine gelirsin. Asıl güzel sokak yemekleri oradadır.

shop-front-portobello-road-london
Portobello Road’da antika dükkanı

Ben bu kadar seçeneğin arasında Arda’ya bir şey beğendiremedim, yakındaki bir Tayland restoranı daha çok ilgisini çekti. Gerçekten de güzeldi, thai yemeklerini özleyen bünyeye ilaç gibi geldi.

trellick-tower-west-london
Batı Londra’daki Trellick Tower
moroccan-shop-golborne-road-west-london
Batı Londra’daki Golborne Road’da Fas bakkalı

Yemekten sonra otelimize dönüp üstümüzü değiştirdik, Gözde, Jack ve kız arkadaşı Elena’yla buluşmak için Soho’da Cay Tre diye bir Vietnam restoranında buluştuk. Yemekten sonra Leicester Square’de arkadaşımız Eiman ve onun diğer arkadaşlarına katıldık. Birkaç içkiden sonra ben çok yorulduğumu hissettim, Arda’yla birlikte otelimize döndük.

Ertesi gün Arda’yla beraber Doğu Londra’daki Shoreditch’te İran’a beraber gittiğim arkadaşım Alireza’yla buluşacaktık. Ali gelmeden önce biz Old Spitalfields Market’taki tasarım takılar ve posterler satan tezgahları dolaştık, o da gelince beraber Brick Lane’deki 1001‘da biralarımızı içtik, hayatımızda olup bitenlerden bahsettik. Sonra yine Brick Lane’deki muhteşem çikolatacı Dark Sugars‘dan bir koca torba dolusu çikolata alıp yiye yiye Redchurch Street’teki muhteşem sokak resimlerinin önünde birbirimize pozlar verdik.

brick-lane-shoreditch-london
Brick Lane Shoreditch

Shoreditch -ve genel olarak Doğu Londra- benim Londra’nın turistik veya Mayfair, Knightsbridge gibi ‘posh‘ yerlerinden çok daha fazla sevdiğim, enteresan bir geçmişe sahip bölgeleri. Doğu Londra eskiden beri şehrin politik ve ekonomik merkezi City’nin bir taş atımı uzağında olmasına rağmen Güneydoğu Londra’daki liman bölgelerine de yakın olması sebebiyle ağırlıklı olarak tekstil atölyeleri ve bira fabrikalarının olduğu endüstriyel bir bölge olarak şekillenmiş. Bölge Fransız Protestanları, Polonya ve Doğu Avrupa Yahudileri, İrlandalılar gibi değişik etnik gruplardan göç almış. II. Dünya Savaşında bu bölge de Alman bombalarından büyük hasar almış. 1960-70’lerde Londra’ya akın akın göçmenler gelirken bu bölgedeki hasarlı binaların yerine yoğunlukla ‘council house‘ denilen toplu konutlar yapılmış ve Doğu Londra özellikle Bangladeş’ten çok fazla göç almış. Öyle ki hala sokak tabelaları hem İngilizce, hem de Bengali dilinde. 1990’lardan itibaren ise şehrin bu yoksul ve ihmal edilmiş bölgesi sanatçılar, tasarımcılar ve sonrasında da hipster’ların akınına uğramış ve 2000’lerde şehrin en popüler bölgelerinden biri olmuş. Artık Shoreditch birkaç kilometre ötedeki yatırım bankaları ve varlık yönetimi şirketlerinde çalışan ‘City Boy‘ları da kendine çektiği için yaşamak için en az Mayfair, Kensington kadar pahalı bir bölge. Dolayısıyla bu bölgedeki kentsel yenilenme gitgide daha da doğuya uzanıyor, Hoxton, Dalston, Hackney derken artık bütün Doğu Londra bir cazibe bölgesi haline gelmiş durumda. Vintage kıyafet dükkanları, bütün duvarları kaplayan graffiti ve mural’larla burası tam bir hipster cenneti.

brick-lane-shoreditch-london

Street-art-brick-lane-shoreditch-london

Redchurch Street’te yürürken üniversiteden arkadaşım Umut’a rastladık. Angel’da buluşalım diye sözleştikten sonra yolumuza devam ettik. Dalston’a kadar yürüdük, Viva Tapas Bar‘da oturup nefis kokteyllerimizi içerken hayat Londra’da, İstanbul’da, Tahran’da nasıl muhabbeti yaptık. Ali eve gidince biz de Arda’yla tekrar Shoreditch’e döndük. Çok sevdiğim Electricity Showroom‘da birkaç bira içtik, Ardacığım da böylece biraz farklı da olsa bir pub’ı deneyimlemiş oldu.

street-art-in-redchurch-shoreditch-london

street-art-in-redchurch-shoreditch-london

Ertesi sabah Arda’nın işleri vardı, benim de biraz alışveriş yapmam gerekiyordu. Oxford Street’te alışverişimi tamamladıktan sonra Gözde’nin evine gittim. Otele döndüğümde Arda da işini bitirip gelmişti, akşam yemekte Gözde ve babası Levent amcayla buluşana kadar birkaç saatimiz vardı, metroya atlayıp Londra’nın merkezinde en sevdiğim yerlerden biri olan Covent Garden’a gittik. Market Building’deki dükkanlardan ufak tefek bir şeyler almayı, trafiğe kapalı piazza’daki cafelerden birinde oturup gelen geçenlere bakmayı oralarda gösteri yapan sokak sanatçılarını izlemeyi hep sevmişimdir. Arda’nın annesiyle kardeşine hediyeler aldıktan sonra South Bank’e doğru yürüdük.

st-christophers-place-bond-street-london

shopping-bond-street-london

Thames’in Waterloo’dan Tower Bridge’e kadar uzanan kıyısı gece Londra’nın silüetini görmeyi en çok sevdiğim yerlerden biri; manzaranın keyfini çıkarıp nehrin kıyısındaki güzel publardan biri olan Founders Arms‘da birer bira içtik. Yemek saatine az kaldığını farkedince yetişmek için yola çıktık, ama yolumuzu kaybettik. Yemeğe epeyce gecikmeli gittiğimiz için Levent amcayı kaçırmışız. Gözde’yle biraz takılıp geceyi bitirdik.

rekorderlig-in-north-london-pub

Ertesi sabah Arda çalışırken otelimizin hemen önündeki Hyde Park’ta güzel bir sabah koşusuna çıktım. Benimle beraber koşan köpeklerle yarıştım, göldeki ördekleri izledim, çimenlerde yuvarlandım. İstanbul’da da başta Maçka Parkı olmak üzere güzel parklar var elbette, ama keşke şehir içinde insanların kafalarına estiği gibi takılacağı, spor yapacağı, mangal dumanından uzak daha çok parkımız olsa. Hyde Park gibi bir örneğimiz yok, ama en azından Gezi’yi kurtardık diye düşünerek otele döndüm.

hyde-park-london

hyde-park-london

Arda’nın işleri bitince Levent amcanın gönlünü almak için Batı Londra’da, Acton’daki dükkanına gittik. Tok olduğumuzdan bir şey yiyemedik ama Levent amca Londra’nın en güzel dönerini yapar. Acton turistik bir yer değil, merkeze de biraz uzak ama uzun süre Londra’da kalacak olup Türk yemeklerini özleyenler için iyi bir adres olabilir. Biraz hasret giderip kuzeye, Angel’a gittik. King’s Head Theatre Pub‘da çok sevdiğim ahududulu ve misket limonlu Rekorderlig cider’ından içtik, ağaçlı güzel yollarda yürüyüş yapıp sonra da La Farola‘da leziz İspanyol tapas’larını mideye indirdik. Umut işten çıkınca onunla buluşup birkaç bira içtik, muhabbet ettik.

la-farola-angel-london

la-farola-angel-london

Akşam uçağımı kaçırınca madem böyle oldu keyfini çıkaralım dedik ve attık kendimizi dışarı. Regent Street’in hemen arkasındaki küçük bir sokakta saklanmış Ain’t Nothin’ But Blues Bar‘da her gece canlı müzik ve sağlam bir bira menüsü var. Buraya genelde öğrenciler gidiyor, ben de Londra’ya ilk taşındığım dönemde ara sıra giderdim. Pazar akşamı gidebileceğimiz en güzel yer orasıydı, çok da eğlendik.

aint-nothin-but-the-blues-bar-london

Ertesi sabah erkenden olaysız bir şekilde eve döndük. Londra genelde insana zamanla kendini sevdirir, ama Arda ilk defa gitmesine rağmen bayıldı. Ben de bütün turist klişelerinden uzak durarak Londra’nın farklı yüzlerini görmesine, değişik kültürlerin etkilerini deneyimlemesine yardımcı olduğum için kendimi iyi hissettim. “Bir daha görüşene kadar hoşçakal” diyerek ayrıldık en sevdiğim şehirden.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s