Kaşan’da bütün bir günü geçirdiğimiz için İsfahan’a akşamüstü ulaştık. Şehrin tartışmasız en güzel oteli olan Abbasi Otel‘de kalmamız büyük şans, Ali’nin babası burayı bizim için özel seçmiş. Otel eski bir kervansaray, içinde devrimden önceki lüks ve rahat düşkünlüğünü deneyimlemek mümkün ve bahçesi adeta cennetten bir köşe. Bahçedeki über cool metal masa ve sandalyelerden perde ve yatak örtülerinin desenlerine, her yer 1970’lerden kalma çok tarz mobilyalarla döşenmiş. İsfahan’a gelen herkes burada kalmasa bile en azından bahçesine uğrayıp bir çay içmeli.
Odalarımıza yerleştikten sonra yemek için dışarı çıktık. Ali’lerin niyeti bize İsfahan’a has bir yemek olan berian yedirmekti ama o saatte açık berian yapan restoran bulamadık. Akşam yemeği için Sherzhad Restoran‘ı tercih ettik, birçok turist rehberinde buranın İsfahan’ın en iyi restoranı olduğunu okudum. Restoranın iddiasına göre 14.yy’dan beri faaliyettelermiş. Chelo Kebap çok lezzetliydi, burası epeyce lüks sayılabilecek bir restoran olmasına rağmen kişi başı yaklaşık 30000 tuman (20 lira – Kasım 2013) gibi bir hesap ödedik. Yemekten sonra ikram edilen gaz denen tatlı çok hoşuma gitti, saray helvası gibi bir kıvamı var ama tadı güllaca benziyor.
Otele donerken bir pastaneden şirini denilen tatlılardan aldık ve otelin bahçesinde geç saatlere kadar çay keyfi yaptık. Artık odamıza yatmaya giderken Ali Kıbrıs’ta beraber üniversitede okuduğu çok yakın arkadaşlarına rastladı, onlar da yanlarında eşleriyle beraber otelde bir şeyler içmeye gelmişler. Biz Lauréne’le odamıza çıktık, Ali arkadaşlarıyla muhabbet etmek için yanlarında kaldı. Odaya çıktıktan 15 dakika kadar sonra kapı çalındı, Ali suratında kocaman muzip bir gülümsemeyle arkadaşlarının evine gidip partilemek ister miyiz diye sordu. Tabii ki evet dedik!
Çiftlerden biri yeni evli ve İsfahan’da oturuyorlar, diğer çift de hafta sonu için Tahran’dan onları ziyarete gelmişler. Kızlar biz oturur oturmaz hemen evde ne kadar içki varsa ortaya çıkardılar. Tam teşekküllü bir barda olması gereken tüm içkilerin yanı sıra hayatımda görmediğim altın parçacıklı likörler falan bile vardı. Alkol yasak olmasına rağmen ne istersen bulup getiren ‘torbacı’lar varmış, bir telefonla arabalarıyla eve kadar geliyor, bagajdaki şişelerden ne istersen veriyorlarmış. Hayat tarzları Türkiye’de bizim yaşadığımız hayattan çok da farklı değildi açıkçası, tek fark yaşadıkları her şeyin kapalı kapılar ardında olması. Ev sahibi çift hayatımda gördüğüm en komik insanlar olabilirdi, gayet güzel muhabbet edip eğlendik. Sabaha karşı çok mutlu bir şekilde kafamız güzel otele döndük. Gece arabayla İsfahan’ı turlamaktan ve dinlediğimiz İran Jazz müziğinden muazzam keyif aldım.
Önceki günün yorgunluğunu atmak için sabah 7.45’te kalkıp otelin spor salonunun yolunu tuttum. Spor salonu sabah 8.00 oglen 2.00 arasi kadınlara, geri kalan zamanda erkeklere açıkmış; dolayısıyla önceki akşam nasıl bir yer olduğunu görme şansım olmamıştı. Gayet güzelmiş, hatta havuzu bile varmış. Erkek ziyaretçisi çok var mıdır bilemem ama sabah sabah spor yapan bir tek ben vardım, çalışanlar da benim orada olmamdan çok memnun görünüp tekrar tekrar her şey yolunda mı diye sordular. Böyle koca salonu kapatmış gibi spor yapmak değişik bir histi, duşumu alıp kahvaltı salonunda bizimkilere katıldım. Güzel bir kahvaltıdan sonra hazırlanıp İmam Meydanı’na dogru yola çıktık.

Meydanın eski adı Nakş-ı Cihan’mış, devrimden sonra çok orijinal bir isim olan İmam Meydanı olarak değiştirilmiş. Tiananmen’den sonra dünyanın en büyük 2. meydanıymış. Meydanın etrafında çepeçevre bir çarşı var. İsfahan’da el sanatları çok gelişmiş; halılar, gümüş işlemeleri, çinili tabaklar, el boyaması kumaşlar hem birer sanat eseri hem de bizdeki benzerlerine göre çok çok ucuz. Ben o dönemde İstanbul’da henüz yerleşik bir düzenim olmadığı icin bir şey alamadım ama sırf alışveriş yapmaya İsfahan’a bir daha gidilir. Özellikle rengarenk balık motifli vazolarda gözüm kaldı.
Nakş-ı Cihan’da çarşı dışında Ali Kapu Sarayı’nı, Kayseriye Kapısı’nı ve İmam (Shah) Camii’ni de ziyaret ettik. Meydanın doğu ucundaki Şeyh Lütfullah Camii tadilatta olduğu için kapalıydı, dışarıdan bakmakla yetindik. Her yerde restorasyon çalışmaları vardı. Nakş-ı Cihan meydanı İsfahan’da şehrin kalbi denilebilir, şehir halkı çimenlerde yayılmış oturuyor, çarşıda alışveriş yapıyor. Meydanın bu canlılığı çok hoşumuza gitti.


Ben bu arada telefonla uzun zamandır beklediğim güzel bir haber aldım, kutlamak icin bir ara verip çok hoş bir cafede birer espresso ictik. Kahve molamızdan sonra yine meydanda gezerken trende kompartımanımızı paylaştığımız Kamran’la karşılaştık – dünya küçük!
Nakş-ı Cihan Meydanından şehrin batısına doğru ilerleyince Chehelsotoon ve Hasht Behesht Saraylarını da mutlaka görmek gerek. Chehelsotoon Farsça’da “Kırk Sütun” anlamına geliyormuş. Sarayın kendisi oldukça minik, ama inanılmaz güzel ve huzurlu bir bahçenin içinde, uzun bir havuzun sonunda yer alıyor. Bütün günü büyük bir keyifle orada geçirebilirdim. Sarayın içinde yer alan tarihi anları betimleyen seramik üzerine yapılmış freskler ve tablolar çok etkileyici, sanatçılar zaferleri de yenilgileri de aynı sadelik ve ustalıkla resmetmişler. Burada Osmanlı’nın Safevilere karşı zafer kazandığı Çaldıran Savaşı’nı anlatan bir tabloyu da görmek mümkün.

Hasht Behesht Sarayı ise büyük bir park içinde yer alıyor. Safevilerin döneminde yazlık saray olarak yapılmış, şu anda ise bahçesinde İsfahanlılar, özellikle emekli amcalar oturmuş huzur buluyor.

Sarayları da gezdikten sonra önceki akşam yiyemediğimiz berian’i tatmak için yakındaki bir restorana gittik. Berian’in bizdeki büryan ya da Güneydoğu Asya mutfağındaki biryani’yle hiç ilgisi yok. Lavaş benzeri bir ekmeğin icine kuzu etinden yapılmış hamburger köftesi benzeri bir köfte ve ciğer ezmesi konuluyor, dürüm yapıp yiyorsun. YanInda bolca taze nane ve kuzukulağı ve İranlıların her öğle yemeğine katık ettiği çiğ soğandan getiriyorlar. Ucuz ve doyurucu bir yemek, ama yanındaki otlar benim daha çok hoşuma gitti.



Yemekten sonra Ali’nin babasini ve kardeşlerini otele uğurlayıp Masjid-e-Jāmeh’ye gitmek icin bir taksiye atladik. Taksici komedyen çıktı, Ali dedi ki İsfahanlıların espri anlayışı çok iyiymiş, genelde İran’da komedyenler hep İsfahan’dan çıkarmış çünkü aksanları çok komikmiş ve her şeyle dalga geçerlermiş. Adama gülerken bize küçük bir kazık attı ve caminin epeyce uzağında indirdi. Camiye girerken Ali bize her zamanki gibi İranlı tarifesinden bilet almak istedi ama görevli adam arıza çıkardı. Ali adamla tartışırken biz camiyi gezdik, sonra Ali gelip adamın ya yabancılar için olan biletten alın ya da paranızı iade edeyim çıkın gidin dediğini söyledi. Biz zaten camiyi üstünkörü gezmiş, fotoğraflarımızı çekmiştik, kapanış saatine de az bir zaman vardı. Paramızı aldık gittik, camiyi gezmek de belese geldi. Burayi gezmemiz biraz olaylı olsa da çok etkilendik. Masjid-e-Jameh İran’ın en büyük camisiymiş. Burası çok eski zamanlardan beri dini bir alanmış, ama ilk olarak 11. yüzyılda bir cami yapılmış, yüzyıllar içinde İran İslam mimarisini etkileyen Abbasiler, Selçuklular, Safeviler gibi birçok devletin eklemeleriyle son halini almış ve 2012’de UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiş.


Camiden kovulunca çevresindeki çarşıyı ve mahalleleri gezdik, burası İran’da gezdiğimiz en muhafazakar yerdi. Çarşıda neredeyse bütün dükkanlar Aşure günündeki yas etkinlikleri icin kırbaçlar, zincirler satıyorlardı, hatta çocuklar icin mini boy olanlar bile vardı! Hemen hemen bütün kadınlar full makyajlı olsalar da çadoor/çarşaf giyiyorlardı ve çoğu bize kötü kötü bakıyordu. Bir sokak arasında bir grup adamın 2 gün sonraki Aşure etkinlikleri için hazırlıklar yaptığını gördük, İmam Hüseyin’in ölümünü sahneleyecekleri için cami avlusuna dekorlar yapıyorlardı. Söylediklerine göre 1 haftadır uğraşıyorlarmış. Bizimle konuşan adam aslında sanatçıymış, Meydan’da gördüğümüz tarihi eser restorasyonlarında çalışıyormuş. Sokağın ortasındaki ağaçlık alanda bir adam çarşaflı karısı ve üçüz kızlarıyla oturuyordu. Bu aile beni nedense çok etkiledi, anne çocuk denecek kadar gençti, kızların yüzü aynı babaya benziyordu ve o yaştaki çocuklarda hiç alışık olmadığımız bir şekilde simsiyah giydirilmişlerdi. Kızların biri göbeğini kaşımak icin kazağını kaldırınca içinden pembe tshirtü göründü, sanki o pembe o kadar siyahın içinden kaçmaya çalışıyormuş gibiydi! Başta mahalleli bize ürkek ve biraz da ters bakışlar atsa da Ali’yle konuşup bizim turist olduğumuzu anlayınca diğer bütün İranlılar gibi merakla sorular sordular. Babayla kızların fotoğrafını çekip yola devam ettik.
Diğer dükkanlarda da Aşure hazırlıkları devam ediyordu, sokakta bedava halka dağıtılacak yemekleri pişiriyorlardı. İran’da Muharrem ayında sokaklarda geçici tekkeler kuruluyor (onlar tekiyye diyorlar), bunlardan Muharrem Ayı ve Aşure Günü yazımda detaylı bahsedeceğim. Tekkeler sürekli bedava çay ve bazen yemek dağıtıyorlar. Bu tekkelerin birinden çay aldık, yürümeye devam ederken az ileride bir molla Ali’ye bir dakika bakar mısın gibi bir şey söyledi. 10 dakika falan konuştular, bu arada Ali’nin gülmesini zor tuttuğu belliydi, bize bakıp birkaç defa göz kırptı. Ama molla gayet ciddiydi, belli çok sinirlenmişti, özellikle bana doğru dönüp asla göz teması kurmadan bir şeyler söyledi. Ali’nin sonradan anlattığına göre önce gelip kutsal günde renkli kıyafetler giymemizin günah olduğunu söylemiş, Ali yabancı olduğumuzu, hem Kuran’da hicapla ilgili o kadar kesin talimatlar olmadığını söylemiş. Molla ısrarla var demiş ve Ali’ye daha çok okumasını öğütlemiş. Sonra bana dönüp doğru düzgün örtünmezsem ben günaha girdiğim için dünyanın başka bir yerinde bir adamın yoldan çıkıp zina yapabileceğini, benim de bunun hesabını ahirette vereceğimi, zinanin cezasının idam olduğunu söylemiş, Ali’ye de dönüp demiş ki kadının saçının bir telini görmek bile erkekleri kötü yola sevkeder. Akşam bunu Ali’nin ailesine anlatınca çok güldüler, adama mini molla dediler, yani yeni molla olmuş da sokakta herkesi çevirip vaaz veriyor anlamında. İran’da artık mollalar sokakta öğüt vermeye çalışınca insanlar pek aldırış etmiyorlarmış. Molla olmak icin özel bir diploma falan gerekmiyormuş, dini okula gidip Arapça ve din eğitimi aldıktan sonra molla oluyorlarmış. Mesleğin ilk yıllarında fazla kazanmıyorlarmış ama sonra devlette çalışmak icin önleri açıkmış.

Otelde biraz dinlendikten sonra çıkıp gece aydınlatılmış Si-o-se-pol Köprüsü’ne doğru yürüdük. Köprünün altından aslında Zayandeh nehri akıyormuş ama bir süre önce tamamen kurumuş. Güzelim nehir yerine sadece çatlak topraklar vardı. Bu kadar büyük bir nehrin nasıl kuruduğunu anlayamadım. Sonradan ögrendim ki İsfahan’in etrafında devlet görevlilerinin ve önemli insanların fıstık bahçeleri varmış, bunları sulamak icin nehrin yönünü değiştirmiş ve tamamen kurumasına neden olmuşlar. Normalde köprünün altında restoranlar, kahvehaneler varmış ama nehir kuruyunca hepsi kapanmış. Yürüyüşten sonra otele dönüp bahçede benim favorim olan aş yedik, çay içtik. Behrengi’den, Aziz Nesin’den, Türkiye, İran ve Belçika’da kadın erkek ilişkilerinin, evliliklerin ve boşanmaların nasıl olduğundan, benzerliklerimizden ve farklılıklarımızdan bahsettik.
Sabah Lauréne icin Yezd’e giden otobüse bilet aldık. Lauréne’i otele geri bıraktık, biz de Tahran’a doğru yola koyulduk.
Ah Isfahan ah, bir zamanlar “Dünyanın Yarısı” derlermiş sana… Şimdi yarısı olmasan da hala işlenmiş güzel bir nakış gibisin… Zayende’nin Siesepol un altından anaforlar yapa yapa akıp gittiğini gördüğüm için de şanslıyım…
BeğenBeğen